Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santralı Projesinin insan, kültür ve çevre üzerindeki etkileri

Önce Moğollar, şimdi de Andritz, Nurol ve AKP!

Moğollar 13. ve 15. yüzyılda Ortadoğu’yu işgale gelirken insan, doğa ve kültür tanımadan, halen etkilerini yaşadığımız korkunç bir yıkım ve talanda bulundular. Bundan Hasankeyf ve Yukarı Mezopotamya bölgesi de nasibini aldı. Bu büyük kayıpların benzerini şimdi ise Ilısu konsorsiyumu ve son yılların tüm Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri çağdaşlık, enerji ve kalkınma adına gerçekleştirmek peşindedir. Bunu engellemek hepimizin elindedir!

Dicle nehri üzerinde planlanan Ilısu Barajı ve Hidroelekrik Santralı (HES) Projesi’nin etüt çalışmaları 1954 yılında başlayıp 1982 yılında GAP projesi (Güneydoğu Anadolu Projesi) çerçevesinde kabul edildi. Ilısu Projesi oldukça uzun bir süredir tartışılsa da, asıl olarak, hükümet tarafından 1996/1997 yılında yatırım programına alındıktan sonra gündeme geldi. Ilısu barajının tek amacı enerji üretmek olsa da, daha sonra sulama amaçlı yapılması planlanan Cizre barajı için ön şart konumundadır.

1998 yılında yedi Avrupalı şirket ve üç Türk şirketten oluşan ”birinci” Ilısu Konsorsiyumu, Türkiye ve Avrupa’dan çok sayıdaki sivil toplum kuruluşları (STK) tarafından 1999 ile 2002 arasında yürütülen geniş kampanyalar sonucu, üç Avrupalı şirketin (İngiltere, İtalya ve İsveç’den birer sirket) ve bir bankanın (İsviçre’den UBS Bankası) çekilmesiyle dağıldı.

2001 yılının ekonomik krizini de atlatan yeni hükümet, 2004 yılında tekrar 4 Türk (Nurol, Cengiz, Çelikler ve Temelsu Uluslararası) ve 6 Avrupa’lı şirketler olmak üzere (Avusturya’dan VA Tech/Andritz, Almanya’dan Züblin ve İsviçre’den Alstom, Stucky, Maggia ve Colencio) bir araya gelerek ‘ikinci’ Ilısu Konsorsiyumunu oluşturdu. Türk şirketlerinden inşaat işleri liderliğini Nurol yaparken, Andritz (VA Tech) şirketi elektromanyetik işleri ve konsorsiyumun genel liderliğini üstlenmiştir.

Ancak, burda not düşülmesi gerekir ki; bu konsorsiyum ihale sonucu değil, mevcut yasalar gözardı edilerek ve hükümetler arası yapılan ikili protokollere dayanılarak, hükümet adına projeyi yürüten Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından oluşturuldu.1

Ilısu barajı, kültürel miras, çevre/ekoloji ve insan/sosyal yapı ağırlıklı çok sayıda olumsuz etkilere neden olacağı için, bugün Türkiye’nin en tartışmalı projeleri arasındadır. Artık dünyada da en çok tartışılan projeler arasında yer almaktadır. Beklenen ağır sonuçlardan dolayıdırki, baraj bölgesini etkileyen illerde (Batman, Siirt, Diyarbakır, Mardin ve Şırnak) Ocak 2006’dan itibaren ”Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi” adı altında geniş bir eleştirel hareket oluştu ve Türkiye’deki bazı sivil toplum kuruluşları tepki göstermeye başladı. En son Mayıs 2008’de Doğa Derneği Ilısu barajına karşı bir kampanyayı resmen başlattı. Buna paralel, kendi hükümetlerini sosyal sorumluluğa çağıran çok sayıda Avrupa’lı STK da ”Ilısu Baraj Kampanyası” tanımıyla harekete geçti.

Finans, raporlar ve anlaşmalar

Ilısu projesi Türkiye’de birçok başka büyük baraj ve hidroelektrik santralı (HES) gibi yap-işlet-devret modelinde ve finansı büyük oranda dış kredilidir. Başka bir deyişle; Ilısu konsorsiyumundaki şirketler, Avrupa ve Türk bankalarından kredi alma çabasını gösterdiler. Ancak kredinin Avrupa bölümünü (Avrupalı şirketler kendi proje hacmi için Avrupalı bankalardan kredi alıyorlar) alabilmek için şirketler Avusturya, Almanya ve İsviçre hükümetlerine bağlı İhracat Kredi Kuruluşları’na (ECA – Export Credit Agency) kredi teminatı için başvuruda bulundular. Bankalar böylesi riskli bir projeye kolay kolay kredi vermeyecekleri için konsorsiyum ECA’lara gitme zorunluğunu gördü. Projenin kamuoyunda çok tartışmalı olduğundan ve kendi kriterleri de bunu gerektirdiğinden dolayı ECA’lar Ilısu konsorsiyumundan bir Çevre Etkileme Değerlendirme Raporu (ÇEDR) ve Yeniden Yerleşim Eylem Planı’nın (YYEP) hazırlamasını şart koştu. İstenilen iki rapor hazırlandı, Kasım 2005’de yayınlandı ve ardından Aralık 2005’de Ilısu konsorsiyumu ECA’lara kredi teminatı için resmi tam başvurusunu yaptı. Ardından iki rapor da girişimimiz ve uluslararası STK’lar (Avrupa Ilısu kampanyasını yürüten 6 STK) tarafından incelenmeye alındı ve Şubat 2006’dan itibaren onlarca yorum ve rapor ECA’lara gönderildi. Projenin tartışmalı özelliklerinden dolayı ECA’lar, kredi teminatı kararını doğrudan Avusturya, Almanya ve İsviçre hükümetlerine bıraktı. Uzun bir tartışma, kampanya süreci ve tüm eleştiri ve uyarılara rağmen bu üç hükümet Mart 2007’de Ilısu projesine onay verdi. Ancak bu kredi teminatı halen tartışmalı olan 153 şart’a bağlandı. Avrupalı hükümetlere göre bu şartlar (İnglizce Terms of Reference (TOR) diye tanımlanmakta) ile Ilısu projesi özellikle yeniden yerleşim alanında çok sayıda düzeltmeye tabi tutuldu ve projenin ancak, uluslararası standartlar (Dünya Bankası, OECD – Avrupa Ekonomik ve İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) yerine getirildiğinde uygulanacağı söylendi. Bu şartların yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek için ise, Türkiye ve uluslararası arenadan kendi alanında tanınmış bir çok şahsın yer aldığı ”Ilısu Uzmanlar Komitesi” (Committee of Experts – CoE) oluşturuldu.

1999 ile 2002 arası da finansın Avrupalı ülkelerden sağlanması öngörüldüğü, ancak Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de yüksek düzeyde kamuoyu tepkisi oluştuğu ve kredi teminatı için talep edilen çevre ve sosyal kriterlerin hiç birisinin de DSİ tarafından yerine getirilmediği için (bunun çabası bile gösterilmedi) Ilısu projesi de suya düşmüştü. Bu arada, 2001 ekonomik krizi gibi başka faktörler de etkili olmuştu. Bunun ardından projenin yeni tasarımında (kota düşürme, baraj yerini değiştirme, türbinlerin işletme sistemini değiştirme vs.) hiç bir değişiklik olmasa da, Türkiye ve konsorsiyum tarafında yasal çerçevede, anlaşmalarda ve kültür mirası konusunda bazı değişiklikler söz konusu oldu: Türkiye kamulaştırma yasasında bazı küçük düzeltmelere gitti. 2002 yılından beri uygulanan bir AB katılım süreci söz konusu oldu. Sürekli ekonomik gelişim katedildi. DSİ kendisini daha açık ve katılımcı göstermeye çalıştı. Hasankeyf’ın bazı eserleri için bir ”kurtarma planı” hazırlandı. Proje bölgesinden etkilenenler arasında mal sahibi olmayanlar için bazı ”eğitim ve destek programları” hazırlanacağı belirtildi.

Aslında projenin özünde belirleyici değişiklikler söz konusu değil, ama bu noktalar Avrupalı hükümetler açısından kredı teminatını vermek için yeterli sayıldı.

Ancak burda önemle belirtilmesi gereken noktalardan biri, ÇED Raporu ve YYEP’in halen Türkiye yasalarına göre hazırlanmaması2. Bu iki dokümanın hazırlanmasının temel arka planı, ECA’lardan kredi teminatı alabilinmesiydi. Bu açıdan bizim halen ısrar ettiğimiz önemli taleplerden biri, ÇED Raporunun Türkiye yasalarına göre hazırlanmasıdır. ÇED raporunun Türkiye yasalarına göre hazırlanması durumunda, etkilenen insanlar ve ülkedeki herkes, projeyi yürüten kurumlara itiraz ve eleştirilerini belirtme imkanına sahip olacaklar.

Mart 2007’de Ilısu projesi için verilmesi kararlaştırılan kredi teminatı sonrası, anlaşmaların ECA’lar, konsorsiyum ve Türk hükümeti/DSİ arasında en kısa sürede imzalanması beklenirken, bir kaç ay süren bir suskunlukla karşılaştık. Sonradan öğrendiğimize göre, Türk Enerji Bakanlığı kredi teminatı için talep edilen 153 şartta ciddi sakıncalar görmüş ve bundan dolayı imzayı atmaktan çekinmiş. Bunların en sakıncalılarından biri, ECA’ların, şartların uygulanmaması durumunda projeden geri çekilmeyi ellerinde bir ihtimal olarak tutuyor olmasıymış. Bu durgunluğu aşmak için başbakan R.T. Erdoğan müdahele etmiş ve seçimleri beklemeyi önermiş. Seçimde hükümetin başarılı çıkmasının ardından başbakan bu riski taşımayı üstlenmiş ve böylece seçimden üç hafta sonra Türk hükümeti/DSİ ile Ilısu konsorsiyumu ve bankalar arası nihai anlaşmaların altına imzalar atıldı.

Mart 2007’de Almanya, Avusturya ve İsviçre hükümetleri tarafından kredi teminatı verildikten ve 15 Ağustos’ta Türk hükümeti ile banka ve şirketler arasında protokollerin imzalanmasından sonra (bu anlaşmayla bankaların isimleri kamuoyuna ancak açıklandı), kampanyanın ilgi odağı bankalara doğru kaydı. Ilısu projesinin kredilerini toplam beş banka vermekte. Projede Türkiye’den Akbank ve Garantibank yer alırken, uluslararası arenada Bank of Austria – Creditanstalt BA-CA (Avusturya; İtalyan finans grubu UniCredit’e bağlı), DEKA Bank (Almanya) ve Societe Generale (Fransa) yer alır.

15.08.2007 tarihinde Avrupalı bankalardan bir ismin 2007 yılının başında açıklanması (İsviçre’den Züricher Kantonalbank ZKB) üzerine, İsviçre’de yürütülen kısa bir kampanya sonucu bu banka Ilısu projesinden 15 Haziran 2007’de geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak, Ilısu konsoriyumu hemen harekete geçti bu bankanın yerini Almanya’dan DEKA Bank ile doldurdu.

Ilısu ve GAP

Ilısu barajı, 1982’de kararlaştırılan ve 1984 yılında başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) çerçevesinde yapılması planlanan devasa bir projedir. GAP dünyada bilinen en büyük hidro enerji ve sulama projelerinden biridir. GAP’ın 19 Hidroelektrik santral ile 27300 Gwh enerji üretimi ve 22 baraj gölü suyuyla yaklaşık 1,8 Milyon hektar alanı sulama hedefi vardır. GAP’ın en büyük iddiası, özellikle arttırılacak tarımsal üretimin ihraç edilmesiyle 3,8 Milyon kişiye istihdam sağlamasıdır. 32 Milyar Dollar bütçeli projenin 2006 yılına kadar en az 18,7 Milyar Dolları harcanmış, bugüne kadar GAP sonucu elde edilen gelir ise 20 Milyar Dollar’ı aşmıştır. Kısacası, gerçekleştirilen yatırımdan biraz daha fazla gelir elde edilmiştir.

GAP’a daha yakında bakarsak: Türkiye çapındaki istatistiklere göre, GAP’ın uygulandığı günden bu yana GAP bölgesinin illeri (Gaziantep dışında) daha çok gerilemiştir. Kurulan hidroelektrik santrallerin (HES) bazıları (Dicle ve Batman gibi) ülkede enerji ihtiyacının fazla olmaması ve ya farklı enerji türleri anlaşmalardan dolayı 2006 yılında çalıştırılmadı. Urfa Ziraat Mühendisleri Odası’nın belirttiğine göre, GAP suyu ile Urfa ilinde sulanan alanların yarısında yanlış teknikler ve çiftçilerin eğitilmemesi sonucu tuzlanma veya yüksek taban suyu sorunu yaşanmaktadır. GAP ile hissedilir oranda iş alanları yaratılamadı ve işssizlik sayısında düşüş olmadı. Hidroelektrik enerjide % 74 civarı gerçekleşme varken, bu oran sulama ve diğer alanlarda ancak % 14’ü bulmakta ve yerel halkın yararlanacağı alanlara yatırım çok yavaş gerçekleşmekte3. Benzeri çok sayıda sorunlar söz konusudur. Bu nedenlerle GAP’ın ciddi olarak gözden geçirilmesi gerekmektedir.

GAP’ın temel yanlışı, büyük (mega) projelerle kalkınmayı sağlamasının amaçlanmasıdır. Halbuki ülkemiz ve dünyadaki tecrübeler bunun, küçük (mikro) projelerle daha sağlıklı ve ekolojiyle uyum içinde gerçekleşmesinin mümkün olduğunu göstermektedir. Büyük yatırım projelerinin bütçesi hem çok büyük hem de uygulanması çok zaman almaktadır. Küçük projeler, ne insanların göç etmesine ne de ekoloji (su kaynakları, bitki, hayvan vs.) ve kültürün (arkeolojik sit alanların su altında kalması gibi) ciddi şekilde yok olmasına neden olur.

Ilısu barajı ile, Dicle nehrinin 136 km uzunluğunda bir göle dönüşmesi planlanmaktadır. Yan kolları da dahil edersek bu, 200 km akarsu için söz konusu olacak.. Ilısu barajının alanı en az 313 km2, hacmi ise 10.4 milyar m3 (bu sayı bazen 11 milyar m3 olarak da verilmekte) büyüklüğünde öngörülmekte. Bu baraj alanı (hacmi) ile Ilısu, Türkiye’nin üçüncü (ikinci) büyük barajı olacaktır. 138 m yüksekliği olan Ilısu barajı gövdesi, 1820 m genişliğiyle Türkiye’de en ‘geniş’ baraj olacaktır. Enerji amaçlı kurulması planlanan Ilısu projesi 1200 MW’lik kapasite ile çalışacak ve yıllık üretimi ise 3833 GWh ile Türkiye’nin dördüncü HES’i olacak. Böylece % 36 verimle çalışacak olan Ilısu projesi, en az verimli HES’lerden birine sahip olacak (Atatürk HES % 48 civarı). Bir karşılaştırma daha yaparsak; Keban barajın MW kapasitesi Ilısu’dan biraz fazladır, ancak son beş yılda ortalama olarak yıllık üretimi en az 6000 Gwh olarak seyretmiş.

Ilısu barajının yapımından sonra Dicle’nin aşağısında geniş sulama amaçlı 45 m yüksekliğinde Cizre barajı planlanmakta. Ilısu olmadan Cizre yapılamayacağını düşünürsek, Ilısu projesini Cizre projesiyle birlikte düşünmek gerekir. Biri enerji üretirken diğer 120 bin dönüm arazi sulayacak. Bunun dışında Dicle havzasında çok sayıda farklı baraj ve HES projelerin de hayata geçmesiyle bu nehirler neredeyse tamamen doğal akışını kaybedip göle dönüşecektir.

Kültürel miras ve Hasankeyf

Ilısu barajının planlandığı bölge uygarlık tarihi açısından son derece önemli ve Yukarı Mezopotamya olarak bilinmektedir. Doğrusu, insanlık tarihinde ilk yerleşim yerleri olan bölgenin önemli bir parçasıdır. ÇED-Raporuna göre Ilısu barajı, Hasankeyf de dahil toplam 289 arkeolojik sit alanını etkileyecek. Ancak bilinmelidirki; bugün Ilısu bölgesinin yaklaşık olarak ancak % 40’ında yüzey araştırması yapılmış. Bu araştırma tamamlanabilirse, sit alanı sayısının, şimdikinin en az iki katına çıkması beklenmekte. Bugüne kadar bu bölgede sadece 14 sit alanında kazı yapıldı; şu an ise 7 sit alanında kazı yürümekte ve baraj suyu gelene kadar daha fazla kazı yapılması da öngörülmemekte. Baraj inşaatı başlarsa 7 yıllık bir inşaat süresi biçiliyor ve bu süre, var olan kazıların tamamlanması için dahi kesinlikle yeterli olmayacak. Normalde bilimsel yöntemlere göre yapılan kazılar onyılları alabilmekte ve sanırım zaman konusundaki sıkıntı özellikle Hasankeyf ve Körtik Tepesi kazı alanları için daha belirgin. Tahmin ettiğimiz ve/ve ya hiç bilmediğimiz zenginlikler gün ışığına çıkarılmadan tamamen yok edilecek ve insanlık kültürü büyük katliama uğrayacak.

Bu arkeolojik sit alanları arasında en göze çarpan antik kent Hasankeyf’dir. Hasankeyf antik kent ve yerleşim yeri öyle gündemdeki, Hasankeyf, Ilısu teriminden daha fazla çağrışım yapmakta. Bölge insanları Hasankeyf’i yerleşim yeri olarak yaptığı gezilerden tanıdığı, buranın kültürel mirasını sahiplediği ve Ilısu projesine karşı tepkilerini çoğu zaman burada dile getirildiği için Hasankeyf artık bir sembol haline geldi.

Antik kent Hasankeyf hakkında şu önemli belirlemelerde bulunabilinir:

Hasankeyf dünyaca bildiğimiz diğer antik yerleşim yerleri gibi sadece yapıtlarıyla ön plana çıkmamaz, bunun yanında doğa ile iç içe geçmiş muhteşem bir mekandır. Vadi, tarihi yapılar ve eserleriyle, Dicle suyu ve kayalarıyla bir bütünlük oluşturur. .

Hasankeyf en az dokuz bin yıl boyunca sürekli bir yerleşim yeridir. Bu, bildiğimiz diğer tarihi ve antik yerlerin ezici çoğu için geçerli değildir. Hasankeyf halen canlıdır. Hasankeyf’in bugüne kadar bu şekilde yaşamasının önemli bir nedeni de, Hasankeyf’lilerin 60’lı yıllara kadar tarihle iç içe yaşamalarıdır. Yine Anadolu/Mezopotamya’da antik ve ortaçağdan büyük oranda ayakta kalan tek yerdir. Böylece bir çok kişinin ifade ettiği inanılmaz güzellikte bir açık hava müzesidir.

Hasankeyf, çok sayıda yapıtlarıyla en az 20 doğu ve batı kültürünün iz bıraktığı bir antik kenttir. Sırasıyla Hurri-Mitaniler, Assurlar, Urartular, Medler, Persler, Romalılar, Bizanslar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklar, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar Hasankeyf’te hüküm sürmüş ve her bir kültür bir iz bırakmıştır. Örneğin Hasankeyf 12. yüzyılda Artukluların başkentiydi ve bir tepesindeki darphanede demir para üretiliyordu. Yine Hasankeyf’te Ipek yolunun geçtiği Kurulu Köprü, ortaçağ döneminin en büyük taş köprüsüydü. Hasankeyf’teki zanaatkarlık 20. yüzyıla kadar çok gelişkindi ve ürünler Mezopotamya’nın ortalarına kadar satılıyordu. Bu şehirde, Ortaçağda ve 20. yüzyılın ortasına kadar her zaman en az 10 bin insan yaşıyordu ve 19. yüzyıla kadar büyük yerleşim birimleri arasında yerini alıyordu. Hasankeyf, köprüsünün dışında özellikle El Rizk Camiisi, Zeynel Bey türbesi, hamamı, yaklaşık 6 bin mağara ve özellikle kaya üzerindeki kalesi ile üzerindeki çok sayıda yapısıyla tanınmakta.

Ve şüphesizki Ilısu konsorsiyumu ve Türk hükümetin (özellikle de Kültür ve Turizm Bakanlığının) iddia ettiği gibi, Hasankeyf taşınamaz bir kültürel mirastır. Aksini iddia etmek, bu büyük kültürden hiç bir şey anlamamak demektir. Bunu sadece biz değil, Türkiye’de çok sayıda uzmanlar söylüyor. Bunların arasında örneğin Prof. Zeynep, Prof. Metin Ahunbay, Prof. Oluş Arık ve aynı fikirde olan uzmanlar4 vardır. Yine hükümetin atadığı kazı başkanı Prof. Abdülselam Uluçam da basın açıklamalarında bunu belirtiyor. Planlandığı üzere 12 eserin 2 km kuzeydeki araziye (yeni Hasankeyf yerleşim yerinin yanına) kurulmasının temel olarak iki açıdan anlamı olmaz. Hasankeyf doğasıyla bir bütündür ve buradan bir tek parçanın dahi koparılmaması gerekir. Geriye kalan kale, binlerce mağara, yüzlerce yapı ve Dicle nehri ne olacak? Kurulması planlan arkeoloji parkı Paris tarzı bir ‘disneypark’a benzer. Tarihin doğayla bütünleşmesinin yanında çok önemli olan ikinci nokta, yapıtların yapılış özelliklerinden dolayı (harç ve dolgu gibi) tekniki olarak eserlerin taşınamamasıdır. Dokunulduğu zaman bu eserler dağılır ve eski özelliğine asla kavuşmaz. Türkiye’nin bu konularda başarılı bir deneyiminin olmaması, taşıma konusundaki endişe ve şüpheleri daha da arttırmaktadır. Yine, henüz Ilısu projesi başlama aşamasına gelmişken, bu konuda hiç bir tekniki planın hazır olmaması, ne gibi bir faciayla karşı karşıya geleceğimizi de göstermektedir. Bunun dışında, kayalıkların yumuşak kireç taş özelliğinden dolayı, suların gelmesiyle birlikte Hasankeyf kalesinin zamanla çökeceği beklenmekte. Yani, iddia edilen kayak turizmi de (botlarla yeni Hasankeyf’ten karşıya gidip gelme) hayali kalacak.

Kültürel miras açısından çok önemli olan bir başka özellik de, Dicle vadisindeki insanların, su ile binyıllar boyunca kendilerine özgü bir yaşam kültürü geliştirmiş olmalarıdır. Bugün Dicle vadisindeki insanlar bu kültürü halen yaşatıyor ve başka yerde asla var olamaz. Hasankeyf ile Cizre arasındaki Dicle Vadisi, bölgedeki insanlar tarafından en iyi meyvelerin yetiştiği bölge olarak da tanımlanır. Toplumuzun kültürel zenginlik ve farklılığı kadar kimliği ve belleği de olduğundan dolayı, biz bu tarz özgün kültürleri de korumaktan sorumlu olmalıyız.

Sosyal boyut ve göç

Ülkemizde Ilısu projesi çerçevesinde yapılan tartışmalarda en az değinilen, ama en önemli noktalardan biri, baraj inşası nedeniyle oluşacak göç ve sosyal kayıplardır. Aşğıda belirtilen nedenlerden dolayı, barajdan etkilenen insanların büyük çoğunluğunun, projenin gerçekleşmesi durumunda, göçlerle birlikte yoksullaşacağı beklenmekte.

Ilısu barajı öylesine devasa bir projedirki, gerçekleşmesi durumunda Batman, Siirt, Diyarbakır, Mardin ve Şırnak illerinde toplam 199 köy ve Hasankeyf ilçesini ‘etkileyecek’, yani tamamen ve ya kısmen su altında altında bırakacak. Bu 199 köyden 49 köy ise 90’li yıllarda uygulanan zorunlu göç politikasından dolayı halen insansız durumdadır (90’lı yıllarda bu bölgede toplam 80 kadar köy boşatıldı). 150 yerleşim yerinde toplam 55 bin kadar insan evini ve/ve ya topraklarını kaybedecektir. Bu sayıları, Ilısu barajını inşa etmek isteyen konsorsiyumun görevlendirdiği ‘Encon’ şirketi Aralık 2005’de açıklanan Yeniden Yerleşim Eylem Planı’nda (YYEP) belirtti. Şirket bu sayıları, ilkbahar 2005’de uyguladığı saha çalışmasına (anket dahil) dayandırmış. YYEP’in açıklamadan önce 78.000 etkilenen insandan bahsedilirken, şimdilik 55.000 rakamı önümüze konuldu. Bu rakama, askeri güçler tarafından zorla köylerinden göç ettirilen ve değişik şehirlerde yaşayan insanlar (23.000) dahil değil ve oysa bu insanlar, halen terk etmek zorunda kaldıkları ev ve özellikle toprakların sahipleridir.

Encon, DSİ ve Ilısu konsorsiyumun tecrübe, kapasite ve projelere eksik yaklaşımlarından kaynaklı olarak YYEP’te çok sayıda sorun yetersiz ve yanlış incelenmiş ve bir çok soruna cevap verilmemiştir. TOR da bazı noktalara düzeltmeler getirmişse de özünde çok fazla bir şey değişmiyor. Yine 2007 yılından beri baraj inşaatının kurulacağı Ilısu ve Karabayır köylerinde uygulanan bir kamulaştırma/yeniden yerleşim süreci var. Tüm bu üç noktayı göz önünde tutarsak eleştirilmesi gereken boyutlar şunlardır:

• Öncelikle belirtilmesi gerekirki, Türkiye yasalarına göre yeniden yerleşim yasasından etkilenecek insanların önceki ekonomik-sosyal seviyesinin korunması garantilenmiş değil. Yeniden yerleşimin, kredi teminatının şart koyduğu TOR’a göre uluslararası standartlara uygun yapılması planlansa da, DSİ’nin bunu uygulamasını beklemek gerçekçi bir yaklaşım değil. DSİ ne bu kapasiteye sahip (onyılların alışkanlığını da gidermek zor olsa gerek) ne de ciddi olarak böyle bir niyeti söz konusudur.

• Yasalara göre göç edecek kişi, devlet eliyle yeniden yerleşim ile tazminat alarak kendi eliyle yeniden yerleşim arası seçim yapabilir, ancak koşullar bu hakları sınırlandırabilmekte. YYEP çerçevesinde yapılan ankete göre, Ilısu projesinin gerçekleşmesi durumunda, etkilenecek insanların % 77’si büyük şehirlere göç edecek ve burdaki sorunları daha ağırlaştıracak. Etkilenecek insanların % 23’ü ise yeni yerleşim yerlerine gidebileceğini söylemekte. Göç konusunda en temel sorunlardan biri, insanların şehirlerde ve yeni yerleşim yerlerinde nasıl geçineceklerinin belli olmaması. YYEP’te buna yönelik çok belirsiz ve soyut ifadeler kullanılmış, bugüne kadar herhangi bir somut plan da ortaya konulmamış. Birinci yeniden yerleşimden etkilenecek Ilısu ve çevresindeki üç köy için sunulan planlar da yetersiz kalmakta.

• Yeniden yerleşimin öngörüldüğü yerlerde çok sayıda sorun ortaya çıkmaktadır. En başta, göç edecek insanların yeni konutlar için ödemeleri gerekecek miktar, eski evleri için alacakları miktarın bir kaç katıdır (Batman’ın kuzeyinde yapılan Batman barajının iki yıl önceki sonucu buydu). Bu durumun özellikle geçerli olduğu Hasankeyf’te, Hasankeyf kaymakamı tarafından Nisan 2008’de halka denilen yine bu çerçevedeydi. Böylece devlet eliyle göç edecek insanlar borçlanacaklar.

• Kırsal alanda yapılacak yeniden yerleşim yerleri için yeterince ve verimli toprak ile su olup olmadığı sorunu YYEP ve TOR tarafından yüzeysel şekilde ele alınıyor. Açıkça ortadadır ki, Ilısu barajının etkileyeceği bölgeye yakın ve uygun olan yeterince yeniden yerleşim alanları bulunmamakta. Bu bölgede binyıllardır tarım yapılmakta ve verimli alanlar zaten büyük oranda insanlar tarafından işletilmekte. Bundan dolayıdır ki, YYEP’te öngörülen en önemli yerleşim yeri olarak Urfa-Ceylanpınar’daki devlet çiftliği gösteriliyor. Ancak burası çok uzak olduğu için insanların buraya gitmesi asla beklenmemeli; insanlar kendi bölgesine yakın olmayı tercih eder. Ayrıca Urfa-Ceylanpınar insanlara asla cazibeli gelmemekte. Bu durumda insanlar yeniden yerleşimde tazminat miktarını alıp şehirlere göç edecekler. Bunda etkileyici olacak başka bir faktör de, bugüne kadar yapılan devlet eliyle göçlerdeki olumsuz tecrübedir.

• İnsanlar devlet eliyle yeniden yerleşime karar verirlerse, nereye gidecekleri konusunda söz hakkına sahip olamayacaklar. YYEP’e göre insanların tercih ettikleri yerlerin bağlayıcılığı yoktur. TOR ise insanların tercihini önemlı buluyor. Ancak etkilenenlerin istedikleri yerler bazı gerekçelere dayandırılarak rededilebilinir.

• Tazminat alacak insanlara verilecek miktar yetersiz olacak. Tazminat miktarları sadece ev gibi yapı ve tapulu tarım alanlarına verilecek. İşletmeler için ise bir ödeme öngörülmüyor. Köylü için bir seferliğine verilecek onbinlerce YTL çok gibi gelebilir. Ancak, örneğin bir aileye verilecek 40 ve ya 70 bin YTL yeni ve sağlıklı bir yerleşim için kesinlikle yetersiz. Bu insanlar şehirlere göç ederse, aldıkları parayı, yaşamında bu kadar miktarı işletme tecrübesi olmadığı için birkaç yıl içinde harcayacak ve ellerinde hiçbir şey kalmama tehlikesi altında olacak. TOR bu miktarın, insanlara yeniden aynı nitelikte bir yaşam kurmayı sağlayacak kadar verilmesini öngörmekte (işletmeleri de buna dahil etmekte), yani Türk yasalarının vereceği miktarı belli bir oranda yükseltmekte. Bugüne kadar Ilısu ve Karabayır köylerinde yapılan kamulaştırma faaliyetlerinde Türk yasaları uygulandı, TOR dikate alınmadı. Bunun raporlarla açığa çıkmasına rağmen DSİ halen bir düzeltmeye gitmedi. Bu açıdan TOR’un öngördüğü miktarların yeterli olup olmadığı belli değil.

• Başka çok önemli bir sorun da toprağın dağılım sorunudur. Göç-Der Diyarbakır’ın, Bismil’in Ilısu projesinin etkileneceği 33 köyünde yaptığı alan çalışmasına göre, insanların % 56’sının işlettikleri topraklara kendilerinin sahip olmadığı, yani büyük toprak sahipleri için çalıştıkları tespit edilmiş (Batman ilinde etkilenen yerlerinde yapılan ayrı bir alan çalışmasına göre bu sayı % 48’i bulmaktadır). Böylesine bir toprak sorunu yaşanmasının temel nedenlerinden biri, bu bölgede 70’lı yıllarda uygulanan toprak reformunun devlet tarafından bilinçli bir şekilde yapılmamasıydı. Topraksız insanlar baraj yapımı durumunda geçim kaynağını kaybedecek ve Türk yasalarına göre hiç bir tazminat alamayacak. YYEP’te bu kesim için sadece -yine soyut ifadelerle- mesleki eğitim verileceği belirtilmiş. Ancak, bunun nasıl gerçekleştirileceğine dair henüz plan mevcut değil. TOR ise bu insanlara daha geniş mesleki eğitim verilmesini ve düşük faizli krediler öngörüyor. Aynı kredi önerileri balıkçılık, esnaflık ve ticaretten geçinen insanlara da öngörülüyor. Ancak bunu yapacak bankalar belli değil (göç eden insanlar malvarlıklarını kaybedeceği için kredilere neyi teminat verebilecek?) ve hangi şartlar altında bu kredilerin verileceği yine havada kalmış. İnsanlar ciddi risklerle karşı karşıya kalacak. Bu kritik boyut, Ilısu konsorsiyumu, Türk hükümeti ve ECA’ların haylice yerine getirdiklerini iddia ettikleri ve aslında halen yerine getirmedikleri Dünya Bankası ve OECD standartlarının çok sayıdaki noktalardan biridir. Hani göç edecek insanlar eski durumla kıyasla daha kötü duruma düşmeyeceklerdi?

• Konsorsiyum ve ya DSİ, Batman ve Diyarbakır gibi kentlere göç edecek insanların sorunlarını çözmek için belediyelerle ilişkiye geçmemiş ve sorumluluğunun olmasına rağmen herhangi bir önlem öngörmemiş. Bu davranışla, Ilısu projesinin sosyal maliyetleri sorumsuz şekilde belediyelere yüklenilmekte. 90’lı yıllarda zorla yerlerinden göç ettirilip Diyarbakır ve Batman gibi bölge kentlerine gelen yüzbinlerce insanların sorunları hala ve henüz çözülmemişken (hükümetler bu konuda bugüne kadar belediyelere herhangi bir yardımda bulunmadılar), gelecek yeni bir göç dalgası kentleri daha da zor duruma sokacaktır.

• Kentlere göç edecek insanları çok sayıda sosyal, ekonomik ve psikolojik sorunlar bekleyecek. Kırsal alanda üretici konumda olanlar şimdi kentlerde tüketici konuma düşecekler. Şehirlere gelenler genelde çiftçi oldukları için bu mesleki konumlarından dolayı iş bulamayacaklar, bulurlarsa da en düşük gelirli ağır işlerde çalışacaklar. Kentlerde işsizlik oranı fiiliyatta zaten en az % 50 oranında olduğunu dikkate alırsak, onları kesinlikle iyi bir gelecek beklememekte.

• Kente gelişin en büyük faturasını kadınlar ödeyecek. Kırsal alanda kadın da üretimde yer alırken bu durum kentte ortadan kalkacak. Kenti tanımayan kadınların dört duvar arası kapanma ihtimali çok yüksek. Kadınlar uyum ve dil sorunundan dolayı kentteki sosyal yaşama neredeyse hiç katılamayacak. Kadınların yanında çocuklar da büyük risk grubuna girmektedir. Kırsal alanlarda çocuklar günlerini doğada sorunsuz şekilde geçirirken, kentlerde zor yaşam şartlarından ve çok daha yüksek suç ve şiddet oranından dolayı sokaktaki hırsızlık, balicilik ve çetecilik risklerine açık konuma gelecekler. Aileler bu riskin pek bilincinde olmadıkları için önlem alma durumları da pek beklenmemekte.

• Baraj projesinden etkilenecek insanlar konsorsiyum ve ya DSİ tarafından neredeyse hiç bilgilendirilmemiş. 2005 ilkbaharında yapılan Encon anketinde, anketörler önlerine konulan soruları sormuş ama insanlardan gelen sorulara pek cevap olamamışlar. DSİ’nin asıl sorumluluğu, etkilenecek insanları projenin etkileri, yeniden yerleşim çerçevesindeki hakları, alacakları tazminat ve yeniden yerleşecek yerler hakkında detaylı bilgilendirmektir. Bunun çok sınırsız yapıldığı ve insanların proje hakkında pek bilgileri olmadığı Göç-Der tarafından yapılan iki ankette de ortaya çıkmıştır. Bu anketlerden sonra da halen bugüne kadar bu durumda hiç bir değişiklik olmadı ve en son yapılan alan araştırma ve gezilerimiz de bunu göstermekte.

• Encon şirketi tarafından yapılan anketi, insanların bir çoğu onur kırıcı bulmuş, asıl sorunlardan ziyade ‘Günde kaç zeytin yiyorsunuz?’ gibi çok detaylı sorular sorulmuş. Yine evleri ve ya toprakları için ne kadar tazminat istedikleri sorulmuş, yorumsuz bir şekilde belirtilen rakam not edilmiş ve bunun kabul edilebilirliği çok yüksek olduğu imajı verilmiş. Ankette ana sorun olması gereken ‘Ilısu baraj projesinin yapılmasını istiyor musunuz?’sorusu doğrudan insanlara yöneltilmemiş. Bazı yönlendirici sorulara verilen cevaplarla (daha iyi yaşam koşulları istenilmesi yönünde sorular) projeye onay verilir yönde zorlama bir sonuç çıkarılmış. Konsorsiyum, bu gibi şeylere dayanarak kendine, etkilenen insanların % 80’inin Ilısu projesini istediği sonucunu çıkarmıs. Aslında realite farklıdır: Göç-Der’in Diyarbakır-Bismil ve Batman illerinde yaptığı araştırmalara göre, ortalama insanların %70’i projeye karşı olduklarını belirtti.

• Proje alanı içinde yaşayan halk üzerine güvenilir sayısal, demografik ve sosyo-ekonomik veri sağlamak, bütün Yeniden Yerleşim Eylem Plan’larının sağlamak zorunda olduğu bir ön koşuldur. Aslında, bu verilerden herhangi birinin eksikliği, tek başına yapılan tüm stratejileri, bütçe hesaplarını ve öngörülen yasal uygulamaları başarısız ve geçersiz kılmak için yeterlidir. YYEP bu bilgilerin eksikliğini açıkça belirtmekte, bu sebeple daha kapsamlı alan araştırması yapmak zorunda kaldıklarını bile söylemektedir.

• Encon’un 33 gün süren alan araştırması bu kadar büyük bir alanda kapsamlı ve detaylı bilgi toplamak için kesinlikle yetersizdir. YYEP’i yazanların 199 etkilenen yerleşim biriminin 95’i hakkında ne DPT ne de DSİ kaynaklı hiçbir nüfus verisine sahip olmadığı, bu 95 birimden 24’ü hakkında yapılan alan araştırması sonucu da hiçbir veriye ulaşamadıkları görülmekte. Encon çalışanları, bu yerleşim yerlerinin yarısına gitmemiş, daha çok ordan insanları Batman’daki ofislerine çağırıp anket sorularını yöneltmişler.

• Türk kanunlarına göre yerleşim birimlerinden göç edenler de etkilenen nüfus sayıldığı halde, alan araştırması sonucu bu nüfusun (en 23 bin) ancak % 32’sine ulaşılabildiği YYEP’te belirtilmiş. Alanda boşaltılmış köylerin olması nedeniyle, bu konuda kısa sürede sağlıklı veriye ulaşmanın da imkansız olduğu ortadadır. Projenin uygulanması durumunda bu insanların çoğunluğunun hiç bir tazminat almama ihtimali yüksek. Çünkü bu insanların 90’larda gördükleri baskı ve şiddetten sonra devlet karşısında haklarını arama ihtimalleri fazla yüksek değil.

• Sadece Yeniden Yerleşim için gereken bütçe ve rakamlar olduğundan düşük gösterildiği halde, 928 milyon Dollar’dır. Ilisu Konsorsiyumu bunun sadece 25 milyon dolarlık kısmı için kendisini sorumlu görmektedir. Bu da YYEP’in sürdürülebilirliği ve gerçekçiliği konusunda ciddi şüpheler uyandırmaktadır. Sonuçta yapılacağı “ümit edilen” (çünkü YYEP’in yasal bağlayıcılığı yoktur) adımların çoğu devlet kurum ve kuruluşlarının vs. sorumluluğuna bırakılmıştır. Hükümetin bütçesinde yeniden yerleşim için öngörülen toplam miktar ise son yıllarda 100 milyon doları ancak bulabilmektedir. Bu meblağ, sırf Ilısu projesi için bile yeterli olmayacaktır.

• En temel sorunlardan biri de, insan haklarının çok sınırlı olduğu bir bölgede böylesine böyle ve riskli bir projenin nasıl gerçekleştirilmek istendiğidir. 90’lı yıllarda uygulanan sistematik devlet ve güvenlik politikası sonucu Ilısu bölgesinde 199 köyden en az 80 köyü zorla boşaltılmış. Göç ettirilen insanlar, bugün büyük şehirlerde yoksul yaşam sürdürmekte ve hala daha herhangi bir tazminat alabilmiş değiller. Köyleri boşaltılmayan ve köylerinde yaşayan insanlar halen devlet ve askeri şahıslara karşı çok çekingen ve korkulu davranmakta ve genel olarak haklarını aramamakta. Bundan dolayı da, bu insanlar Ilısu projesi çerçevesindeki haklarının peşine, bugün Ilısu ve Karabayır köylerinde olduğu gibi pek düşmemekte. Yeni çıkarılan ‘terörden doğan zararların karşılanması yasası’ da çok ağır, yanlışlıklarla dolu ve yetersiz tazminatlarla uygulanmaktadır.

• Bölgede 2006 dan beri, Kürt sorunun çözümsüzlüğüne paralel süregelen şiddet ve çatışmalar yeniden ciddi artış göstermekte. YYEP ve TOR bu gelişmeyi hiç dikkate almıyor ve tutum, 2006’dan bu yana bölgemizde insan hakları ihlalinin artmasına neden oluyor. İfade özgürlüğü halen ciddi sınırlamalara tabi tutuluyor. Değişik siyasi sebeplerden dolayı göz altına alınanların ve tutuklananların sayısı yüksek bir konuma geldi. Her ay bölgemizde -en başta çatışmalardan dolayı- onlarca insan ölmekte. 2007 yılında Genelkurmay tarafından düzenli aralıkla ilan edilen güvenlik bölgeleri, belli oranda Ilısu barajının da etkileyeceği bölgeleri kapsamakta. Örneğin Siirt ilinde etkilenen bazı bölgeler, Sırnak ilin tümü buna resmen dahildir. Yine Mardin Dargeçit ilçesinde bulunan Ilısu köyündeki baraj inşaat bölgesi resmen dahil olmasa da, buraya gidişler artık imkansız hale gelmekte. Bölgeye araştırma için giden insanlar geri çevrilmekte. Basın çalışanları zaten yıllardır sadece Mardin Valiliğinden almaları gerektiği bir izin belgesiyle buraya gidebilmekteler. Şiddet ortamının geliştiği ve hareket alanının daraltıldığı bir dönemde, Ilısu projesini gerçekleştirmek ve üstüne de projenin yüksek ve uluslararası standartta uygulandığını iddia etmek büyük bir yanıltmadır.

Kısacası Ilısu barajı, bölgenin tamamı için sosyal bir faciyaya neden olacaktır. Sağlıklı bir yeniden yerleşimin (göçün) mevcut yasalar, pratik yaklaşım ve mantıkla yapılacağı olasılığı mümkün görünmemektedir.

Ilısu barajının ekolojiye olan etkileri

Ilısu projesi sonucu oluşacak barajın çevreye vereceği zarar çok ileri boyutta olacaktır. Ilısu barajının oluşturacağı büyük gölün (313 km2), bugün Dicle havzasında ciddi araştırmalar yapılmadığı için ne derecede zengin ve kompleks bir ekosistemi su altında bırakacağını bilemiyoruz. Bu yönden bakılınca kültürel mirasla benzeri bir durum söz konusu. Bir çok çevre kuruluşuna göre, Dicle vadisi bölgenin ekolojik dengesi, bitki ve hayvanları açısından birinci derecede önemlidir.

Aralık 2005’de Ilısu konsorsiyumu tarafından ECA’lar için hazırlanan ÇED Raporu’na detaylı bakarsak, aslından bunu ÇED kriterleri yerine getirmiyor. Bunun temel nedeni yukarda da belirttiğimiz gibi, ÇED Raporu için gerekli olan akarsu, akarsudaki türler ve akarsu çevresinde yaşayan türlerle ilgili verilerin çok yetersiz olması. Bu açıdan ÇED Raporu değil, ÇED Taslak Raporu’ndan bahsetmemiz gerekir. Yine ECA’ların ve Avrupalı hükümetlerin buna dayanarak verdikleri kararla, kendilerinin yerine getirdiklerini iddia ettikleri uluslararası kriterler ihlal edildi.

Bölgemizin iki önemli nehir sisteminden biri olan Fırat’ın, kaynağa yakın noktadan başlayarak ülkemiz sınırları içindeki bölümleri beş baraj projesi sonucu 1975-2000 yılları arasında tamamen baraj göllerine dönüşmüştür. Fırat üzerindeki barajların yapımı sürecinde ve sonrasında yöredeki doğal hayatın nasıl etkileneceği o dönemde yeterince sorgulanmamış, GAP’ın ekonomik ve mühendislikle ilgili boyutları çevresel boyutunu adeta perdelemiştir. Dolayısıyla örneğin, Fırat’a özgü fauna ve flora elemanlarından hangi değerlerin ne oranda kaybedildiği artık bilinememektedir. Dicle ve Fırat nehirleri, jeolojik tarihleri itibariyle birçok ortak özelliklerinden dolayı aynı “su sisteminin” öğeleri olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle, Fırat üzerindeki barajlarla kaybedilen veya ciddi olarak sınırlandırılan yaşam şekillerden bazıları hâlen Dicle’de temsil edilmektedir.

Barajların, canlılar ve yaşadıkları çevre üzerindeki etkileri çok yönlüdür. Bu etkiler, baraj göllerinin karasal alanları işgal ederek, buralarda yaşayan canlıların yaşam alanlarını (habitatlarını) yok etmesiyle sınırlı kalmamaktadır. Akarsu sistemleri, barajlarla büyük durgun su birikintilerine dönüşmekte, akarsuya uyum sağlamış bitki ve hayvan türleri, genellikle artık tutunamayarak ya ani bir şekilde ya da zaman içerisinde yavaş yavaş azalarak yok olmakta; bunların yerini kısmen, derin ve durgun sulara uygun özellikler gösteren ve çoğunlukla daha yaygın olan türler almaktadır. Ancak bu değişim sürecinde çeşitlilik hayvan ve bitki açısından büyük oranda azalmaktadır.

Baraj gölleri doğal kıyıları tamamen tahrip etmekte; su düzeyinin istikrarsız ve değişken olması nedeniyle, büyük öneme sahip doğal kıyı şeritlerindeki bitki ve hayvan yaşamı artık desteklenmemektedir. Oysa su ve kara sınırında yer alan bu alanlardaki sığ bölgeler, sazlık ve çalılık gibi sık bitki örtüsü ve yumurtlama/yuvalanma alanları oluşturmasıyla özellikle böcekler, çeşitli omurgasız hayvanlar, dolayısıyla, bunlarla beslenen kuş, amfibi ve sürüngenler için büyük yaşamsal önemi olan kesimlerdir.

Nehirlerde yaşayan türleri bekleyen en önemli tehlikelerden biri, barajlarla, populasyonların birbiriyle bağlantı olanağını yitirmiş daha küçük populasyonlara bölünmesidir. Küçülen populasyonlarda üreme, beslenme, korunma gibi biyolojik işlevlerin aksadığı, genetik çeşitliliğin hızla azaldığı ve populasyonların zamanla, önlenemez biçimde yok oluşa sürüklendiği daha önce yaşanmış birçok örnekten bilinmektedir.

Yalnızca Hasankeyf ilçesi ve 12 km’lik uzunluğunda batı çevresini kapsayan bölgenin kuşları yakın yıllarda araştırılmış, yalnızca bu araştırma kapsamında yörede 123 kuş türü gözlenmiştir (Kılıç ve ark. 2002, Batman-Hasankeyf Avifaunası.- Dicle Üniversitesi Araştırma Projeleri Koordinatörlüğü). Ayrıca bölgede, başka araştırmacılarca belirlenmiş ya da daha sonraki dönemlerde gözlenmiş kuş türlerinin varlığı da bilinmektedir.

Barajların çevresel etkileri bunlarla sınırlı olmayıp, yeraltı suyunun çekilmesi, aşağı kesimlerdeki nehir yataklarının bozulması ve su akışının istikrarsızlığı gibi nedenlerle nehir adalarının yok olması, sulu tarımın yaygınlaşmasıyla karasal bölgelerde ani habitat ve iklim değişimlerinin ortaya çıkması gibi daha nice olumsuz etkiler sayılabilir.

Yine çok önemli bir sorun ve tehlike, oluşması planlanan baraj gölünün su kalitesinde beklenen düşüştür (ötrefikasyon). Şu anki planlamaya göre 2015 yılında Ilısu barajının inşaatı tamamlanıp su tutulması planlanmakta. Bu tarihe kadar Ilısu barajı gölün üst kısmındaki bölgenin büyük yerleşim yerlerinin (Diyarbakır, Batman ve Siirt) hepsinde arıtma tesislerin üç aşamalı (fiziki, biolojik ve kimyasal) olarak faaliyette olması pek beklenmemektedir. Asıl önemli olan biolojik ve kimyasal aşamalardır ki, ötrefikasyon (biolojik ve kimyasal maddeler sonucu atık sularda oksijenin azalmasıyla baraj gölündeki canlıların yok olması) yaşanmasın. Planlanan Ilısu baraj gölünde bir defa ötrefikasyon yaşandımı onun aşılması ve gölde yeniden hayatın gelişmesi imkansız ki, bunu Ilısu konsorsiyumu da raporlarında belirtmekte. Bugün sadece Diyarbakır’ın mekanik atık su arıtma tesisi var. Diyarbakır, Batman ve Siirt’te üç aşamalı atık su arıtma tesislerin kurulmasının planlamaları olsa da bunun realitede mali ve teknik sorunlardan dolayı gerçekleşmesi pek mümkün değil. Ilısu konsorsiyumu ve DSİ’nin barajı bitirmesi durumunda, bu şehirlerin bu tesisleri tam bitirmesinin su tutmayla beklenmesi gerçekçi değil. 2015 yılına kadar bu üç il merkezinde üç aşamalı atık su arıtma tesisi kurulsa bile, orta ve küçük boyuttaki şehirlerin atık suları orta vadeli baraj gölünde ötrefikasyona neden olabilir. Bismil ve Silvan gibi şehirlerde kısa vadede herhangi arıtma tesisi kurulma planlanması yok. Dicle’nin su kalitesi açısından çoğu zaman gözardı edilen başka ve çok önemli bir nokta da, sulu tarım alanlarından Dicle’ye verilen atık sudur. Son yıllarda bu tarım alanlarından giderek artan miktarda atık su nehre akıtılmaktadır. Dicle’nin önemli bir kolu olan Batman nehrinde son yıllarda yapılan bir araştırma bunu sayılarla göstermekte; sulu tarım Batman şehri kadar suyun kirlenmesine neden olmakta. Bu miktarın asıl olarak, sulu tarımın Diyarbakır ve Batman ovasında yaygın olarak gelişmesindan sonra artması beklenmekte. Ve bu atık su tek başına planlanan baraj gölünün ötrefikasyonuna neden olabilmekte. Ilısu konsorsiyumu ve DSİ bu sorunu hazırlanan planlarda pek dikkate almamakta ve küçük bir risk olarak görmekte. Sadece büyük şehirlerde kurulacak çok aşamalı atık su arıtma tesisleriyle bu sorunu haledeceklerini sanmaktadırlar ki; bu büyük bir yanılma olacaktır.

Su kalitesinin ciddi olarak düşmesi ve nem oranının hissedilir şekilde artması sonucu (tropikal) hastalıklar yaygınlaşacak. Bunların sonucunda baraj gölü çevresinde (özellikle Batman, Bismil, Hasankeyf şehirleri açısından) yaşayacak halk için son derece tehlikeli bir durum ortaya çıkması beklenmekte. Bu durum, atık suların aktığı durağan gölün kıyı bölgelerinde ve suyun zaman zaman geri çekilmesi sonucu biyolojik ve kimyasal atıklarla kaplanmış büyük alanlarda çok sayıda tehlikeli hastalık taşıyabilecek böcek ve (sivri-)sinek türemesine neden olacaktır. Haliyle enfeksiyonal hastalıkların da bir kaç yılda yaygınlaşmasını beraberinde getirecek. Bu nedenlerle Hepatit A, Salmonella, Para-Tifo, Amipli Dizanteri gibi etkenler -Fırat nehri etrafındaki bölgede olduğu gibi- çok sayıda hastalığa neden olabilecektir. Bu tehlikeler, özellikle kirlenen nehirlerden ya da barajlardan su kullanan insanlar ve o civardaki yerleşim yerleri için çok daha bariz birer hayati tehdit unsuru olacak.

Su kalitesinin düşmesinden dolayı Dicle’de balık çeşit ve sayılarında ciddi azalma görülecek ve zamanla tamamen tükenecek. (Ancak en üst düzeyde tedbirler alınırsa – ki; bu bugünkü görünümle beklenmemekte – su kalitesi belli bir seviyede tutulabilinir, ama yine de balık ve tür çeşitliliğinde ciddi azalma olacak.) Konsorsiyumun insanlara söylediği yalanlardan biri bu noktadır. Planlanan baraj gölünün kalitesi çok düşük olacağı için, balıklar neredeyse yaşayamayacak ve göle bırakılacak balıklar da en kısa sürede yok olacak ve ya çok ciddi azalacak ve bunun sonucunda balıkçılıktan geçim olanağı söz konusu olmayacaktır.

Oluşacak göl ile bölgesel iklimde de hissedilir değiklikler ortaya çıkacaktır. Nem oranın düşük olduğu bir bölgede 313 km2’lik suni bir gölün oluşması tüm vadide ciddi iklimsel farlılıklara yol açacaktır. Öncellikle yurkarıda belirtildiği gibi, hastalıkların gelişmesine katkı sunacak. Sonra gölün bulunduğu vadideki halen belli düzeyde var olan meşe ve palamut ormanlarının kısa-orta vadede kaybolmasına neden olacak ki; bu, Keban barajı gölünün etrafında da görüldü. Bunun dışında iklim değikliğinin bazı hayvan ve bitki türlerini de etkilemesi beklenmekte. Nem oranın artması vadide yaşayan insanlar açısından yazın yaşamı daha da zorlaştıracak.

Yine başka önemli bir boyut, Ilısu barajın ‘pik’ zamanlarda ağırlıklı kullanılmasıdır. Yani enerjiye en çok ihtiyaç olduğu sabah ve akşamlarda. Bunun birinci sonucu, baraj gölü seviyesinin günde iki defa gözle görülür şekilde inip çıkmasıdır (sağlıklı kıyıların gelişmesi hiç mümkün olmayacak). İkinci ve daha ağır sonuç ise, baraj gövdesinin aşağısındaki nehirde suyun bu şekilde aniden ve yüksek miktarda bırakılması ile 7 metreye kadar varan bir dalganın oluşmasıdır. Bunun sonucu barajın alt kısımlarındaki nehirde neredeyse hiç bir varlık hayat bulamıyacak, çünkü tüm varlıklar dalgayla yok olacaklar.

Ilısu barajının diğer birçok baraj gibi en önemli sorunlarından biri, en fazla 50-60 yıl ekonomik çalışma durumudur. Bunun nedeni, Ilısu baraj gölüne yüksek miktarda sediment (tortu, kum, kil vs.) akması, bölgenin semi-arid (yarı-kurak) olması, ve bölgenin son onbeş yıldır hızla ormansızlaştırılmasıdır. Baraj bu şartlar altında akıp depolanmaktadır. Baraj gölüne akacak sedimentin % 95’i gölde tutulacaktır. ÇED raporu da, baraj gölüne gelen sedimentte geniş varyasyondan dolayı, baraj gölü kapasitesinin kısa sürede kaybedilme riski taşıdığını kabul etmektedir. Bu kapasitenin kaybedilmesi sonucu, ne Ilısu HES’i ekonomik çalışabilecek ne de ileri aşamada planlanan Cizre barajı sulama fonksiyonunu yerine getirebilecek. Burda şunu sormanın haklılığı vardır: 50 yıllık enerji için bu kadar kayıp göze alınır mı? Yani, çok önemli doğal kaynaklarımızı kısa vadeli çözümler için yok etmenin mantığı nerededir?

Bunların dışında önümüzde cevaplandırılmamış şu soru durmaktadır: Niye on baraj yeri alternatifi arasında Ilısu seçilmiştir? Jeoloji haritalarına bakılıp incelendiğinde, baraj gölü su tutmaya başladığında, baraj gölü alanın bir kısmında var olan Midyat Kireçtaşı içinden doğuya, Şırnak yönünde havza dışına su kaçma olasılığının yüksek olduğu görülmektedir. Bu gerçekleşirse, baraj gölünde su tutulabilmesi ve kireçtaşının geçirimsizleştirilmesi için çok geniş alanlarda önlemler alınması, bir anlamda, büyük yeraltı barajları kurulması gerekebilir. O zaman, çok büyük gövdeli bir baraj inşa etmeyi göze alarak kaçınıldığı sanılan sorun daha büyük ölçüde yine projenin önüne dikilir. Kuşkusuz bundan en çok yararlanacak olanlar, yeni ve büyük iş kalemlerini yapacak olan yükleniciler olacaktır.

Siyasal sorunların artışı riski

Ilısu baraj gölünün kapasitesi 10.4 milyar m3’dir (10.4 km3). Dicle havzasında yapılması planlanan diğer barajlarla kapasite 20.5 milyar m3’e çıkacaktır. Dicle’nin yıllık akış miktarı Türkiye-Irak sınırında 17 milyar m3’dir. Yani baraj göllerinin kapasitesi bir yıldan fazla akan su miktarına denk geliyor.

Türkiye, halen sınırları aşan nehirler için yapılmış bazı uluslararası antlaşma/konvansiyonların (örneğin: 1992 yılında hazırlanan sınırları aşan nehir ve uluslar arası göllerin korunması ve kullanımı UN-ECE Konvansiyonu veya 1997 BM Sınırları aşan taşımacılık niteliği olmayan nehirler Konvansiyonu) altına imza atmamıştır. Türkiye, GAP ve Ilısu projesinden dolayı Süriye ve Irak ile herhangi bir antlaşmaya yapmamıştır, sadece son iki yılda teknik düzeyde bir dizi görüşme ve kısmi bilgilendirme gerçekleşmiştir. Ondan önce de su kaynakları ile ilgili en son 1992’de bir toplantı gerçekleştirildi. Daha önce 50’li ve 80’li yıllarda, bu üç ülke arası su kaynaklarıyla ilgili yapılan küçük antlaşmaların yorumu çok yönlü olabildiği için pek geçerliliği yoktur. Türkiye’nin tavrı uluslar arası kriter ve hukuku ihlal etmektedir.

Yine ÇED raporunda Irak ve Süriye’nin su ve tarım ihtiyacı, hesaplamalarda göz önünde tutulmuyor. Su tutma döneminde asgari düzeyde akacak miktar olarak 60 m3 verilmekte ve bu, en temel ihtiyaçları dahi karşılamıyor. Cizre barajının da yapılmasıyla beraber, kurak yazların sonuna doğru Dicle nehrinden Irak’a akacak suyun tamamen tükenme ihtimali vardır.

Bu şartlar altında Ilısu barajının yapımıyla Dicle nehri üzerinde olanaklı hale gelecek olan suyun kontrolü, ülkeler arası ilişkileri olumsuz etkileyip bölge barışının gelişmesine engel teşkil edebilir. Bugün olmasa da ileride (20 veya 30 yıl sonra), Türkiye’nin Irak ve/ve ya Süriye ile ilişkileri herhangi bir nedenden dolayı kötüleşirse, baraj gölü kapasitesi ilişki ve atmosferi olumsuz etkileyebilecektir. Burda Türkiye, suyu silah olarak kullandığını ifade etmese de, Irak ve Süriye böyle düşünecektir. Bu ülkeler arasında gelişebilecek herhangi bir siyasal krizden dolayı, Türkiye’de ilk olarak bölgemizin ekonomik ve siyasi açıdan olumsuz etkileneceği beklenmelidir. Tüm bu risklerden dolayı Dünya Bankası, daha GAP’ın başında herhangi bir desteği olmayacağını belirtmiştir.

Temel sorun, Türkiye, Irak ve Süriye arasında, Dicle ve Fırat havzası sularının kullanım ve dağımıtını kapsayan bir anlaşmanın olmamasıdır. Bu üç ülke, tüm ihtiyaçları, bin yıllardır uygulanan su kullanımını, sürdürebilirliği ve ekolojik ihtiyaçları da gözeterek bir anlaşmaya gitmelidir. Türkiye kadar, Irak ve Süriye’nin de sorumlu davranıp hareket etmesi önemlidir. Böylesi bir anlaşma üç ülke arasındaki siyasi sorunları da azaltacaktır.

Alternatifler

Ilısu projesine alternatif projeler hükümet tarafından ciddi bir şekilde araştırılıp ortaya konulmuyor. Bildiğimiz gibi, Ilısu barajı enerji üretimi için amaçlanmıştır. Bugünkü teknoloji, bilgi ve gelinen araştırma seviyesi, enerji üretimi için çok sayıda alternatif sunuyor. Bunların arasında yenilenebilinir güneş, rüzgar ve biogaz enerjileri bulunmaktadır ki; Türkiye’nin bir çok bölgesi bu enerji türleri için çok uygundur.

İlk olarak yapılması gereken ise elektrik hatlarının onarılmasıdır. Türkiye’deki resmi enerji kaybı (ve kaçak; fakat kaçak miktarı çok sınırlıdır) miktarı olan % 21-23 arasındadır. Bu kayıp OECD ortalaması olan % 6’a doğru çekilirse (örneğin %14-15’e indirilirse), Ilısu projesi için planlanan toplam yatırım maliyetiyle (2 Milyar Euro), üretilmesi planlanan enerjiden daha fazla elektrik enerjisi tasarufu mümkündür. Ilısu’nun üreteceği elektrik enerjisinin bugünkü verilerle, Türkiye’nin elektrik enerjisinin %2,5’ine denk geldiğini dikkate alırsak, bu tasaruf 2-3 kat da olabilir. Bunun yapılması teknik olarak herhangi bir zorluk ifade etmemektedir.

Rüzgar enerjisi artık ucuz bir şekilde kurulabilmektedir. Bölgemizde (örneğin Diyarbakır-Urfa-Mardin üçgeninde) çok uygun rüzgar koridorları bulunmaktadır. Yine sürekli rüzgarın olduğu yükseklikler vardır. Türkiye’nin çoğu yeri (Çanakkale, Karadeniz dağları vs.) rüzgar enerjisine çok misaittir. Rüzgar enerjisiyle bir çok bölgede ciddi ihtiyaçlar karşılanabilmektedir.

Güneş enerjisi henüz pahalı olsa da, şimdiden planlaması yapılmalı. Çünkü ileride bu enerji türünde yatırım maliyeti düşmesi beklenmektedir. Türkiye gelecek yıllarda enerji sıkıntısı yaşayabileceğine göre, bu strateji düşünülmelidir.

Yine mesken yerlerinin, sanayi ve tarım sektörünün enerjiyi daha tasaruflu kullanması gerekmektedir ki; bu konuda ciddi bir potansiyelin olduğunu düşünüyoruz.

Bölgemizin (özellikle Van ili) üç Ilısu barajına denk gelen jeotermal potansiyeli mevcuttur. Bu enerji türünü de kullanmak büyük bir zorluk teşkil etmemektedir.

Bölgemizde bir çok barajın az kapasiteyle çalıştığına dair sürekli haber alıyoruz. Bir çok baraj eksik kapasiteyle çalıştığına göre, ”yeni barajlardan elde edilmesi planlanan enerjiye gerçekten ihtiyaç var mı?” sorusu akla geliyor. Bu noktada hükümet ve konsoriyumun dile getirdiği ”Türkiye’nin yıllık enerji ihtiyacı % 8 artmaktadır ve kalkınma için çok enerjiye ihtiyaç vardır” belirlemesine şüpheyle bakılmalıdır. Yıllık enerji artışına daha doğru bakılırsa, bu rakam % 6’da seyretmektedir. Bu oranın önümüzdeki yıllarda bu şekilde artacağı da sorgulanmalıdır (bu, uygulanan politikalara da bağlıdır).

Bu açıdan, Türkiye’nin öncellikle yeni bir enerji konseptine ihtiyacı vardır. Bugünkü politika ile sadece fosil ve hidro enerjisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. İkisi de sınırsız enerji değildir. Fosil kaynaklar bilindiği gibi sınırlıdır. HES’ler de Türkiye’nin şartlarında 50 ile 70 yıl arası ekonomik çalışırlar. Bu çerçevede, bugünkü baraj ve HES politikasından vazgeçilmelidir.

Hükümet ve konsorsiyum enerjinin yanında, ‘bölgesel kalkınma’ argümanını sürekli olarak dile getiriyor. Belirtilenlere bakılırsa, bölgeye doğrudan 150-200 Milyon Euro yatırım yapılıyor ve 7 ile 10 bin arası insana iş alanı yaratılıyormuş. Bundan da 80 bin insan faydalanacakmış. Fakat daha doğru bakarsak ve resmi raporları incelersek şu ortaya çıkıyor: Ilısu projesinde 7 yıl boyunca her yıl ortalama 2315 kişiye iş sahası yaratılıyor (sadece 2 yıl boyunca 3500 civarı insan iş buluyor). Dolaylı olarak da belli sayıda kişiye iş alanı yaratılıyor. İnşaat süresi bittikten sonra bu insanlar yine işsiz olacak ve ancak 150-200 civarı insan barajda çalıştırılacak, bunların bir kısmı da dışardan gelen teknik eleman olacak. Yani, uzun vadeli ve ancak bu kadar insana iş imkanı yaratılıyor!

Büyük baraj ve hidroelektrik projeleri, iddia edildiği gibi bölgesel kalkınmaya genelde pek katkı sunmuyor. Dünyadaki ve bölgedeki projelerin tecrübe ve sonuçlarına bakarsak şu tablo ortaya çıkıyor: Büyük hidro projeleri yenilenebilir enerji türünde değildir. Bunun bir çok nedeni var. Büyük hidro projeleri büyük endüstri ve yerleşim yerlerine yarar getirecek. Küçük ve sürdürebilir enerji projeleri ise yerele yarıyacak, bunun etrafında farklı ekonomik gelişmeler mümkün olacak, elektrik hatlarındaki kayıp çok sınırlı olacak ve yatırım maliyeti çok düşüktür. Büyük projelerin maliyeti, genelde beklenildiğinden fazla çıkıyor ve bu nedenle toplum açısından ekonomik değildir.

Eğer hükümet bölgemizin sosyo-ekonomik kalkınmasını düşünüyorsa, yerel güçleri dahil ederek bunu planlayıp gerçekleştirebilir. Genel olarak merkezi bir planlama ve uygulamadan vazgeçilmeli ve daha çok insan merkezli bir kalkınma hedeflenmeli. Bölgesel kalkınma politikası insanları yerlerinde tutarak uygulanmalı. Bu, aynı zamanda ülke içi göçü de sınırlandıracaktır. Önerimiz: Ilısu proje giderlerinin bir kısmının (toplam 2,0 Milyon Euro) bölgesel kültür ve doğa turizmine yatırılmasıdır (sürdürebilir ve doğal – kültürel varlıkları koruyacak şekilde olması önemlidir). Kesinlikle inaniyoruzki bu yolla, sosyal, kültürel ve ekolojik kayıp olmadan bölgesel kalkınmaya ciddi oranda hizmet edilecek, Ilısu projesinden çok daha fazla ve uzun vadeli iş alanı yaratılacak (aslında Ilısu yeni iş alanı yaratmıyor, yaratacağı geçici iş sahası karşılığında daha fazla iş yeri tarım alanlarında yok ediliyor) ve ülke ekonomisine girdisi, Ilısu projesi için öngörülenin en az 2 katı olacaktır. Başka bir önerimiz: 90’lı yıllarda çatışmalı süreçte ciddi zarar gören hayvancılığın yeniden geliştirilmesidir. Bölgemizin dağları daha önce büyük hayvan sürülerini barındırıyordu. Bunlara ek, köylerinden göç ettirilen insanlara tazminat verilip yeniden köylerine yerleşim imkanı sunulursa, bunun bölge ekonomisine hissedilir bir katısı olacaktır. Bölgemizin ekonomisini geliştirmek için pozitif ayrımcılık uygulanıp batı illerle sosyo-ekonomik fark giderilmeye çalışılmalı.

Daha sunulacak öneriler çoktur, ancak şunu da diyebiliriz: Ilısu projesi yapılmazsa, bu bile bölge insanı, doğası ve kültürü için projenin uygulanmasından daha yararlı olacaktır.

Özet

Dicle nehri üzerinde kurulması planlanan Ilisu barajının neden olacağı olumsuz etkileri toparlarsak şunları belirtebiliriz:

– Başta insanlığın ortak mirası olan en az 9 bin yıllık antik kent Hasankeyf olmak üzere, Dicle vadisindeki yüzlerce arkeolojik sit alanları ve çok sayıda kültürel değerler su altında kalacaktır.

– Onbinlerce insan (rakam 78 bini buluyor) Ilısu barajı projesinden dolayı olarak etkilenip büyük oranda yerinden göç ettirilip kentlerde ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunları arttıracaktır. Bölgemizde yoksullaşma gelişecektir.

– Bölgemiz açısından çok büyük değeri olan Dicle vadisi, ekosistemi zengin bitki örtüsü ve canlı varlıklarla büyük zarara uğratılacaktır.

– Bölgedeki diğer baraj projelerinden de görüldüğü gibi, Ilısu projesinden bölgemizin ekonomik ve sosyal yaşamına olumlu bir etki beklenmemektedir.

Doğrudan ve dolaylı etkilenecek olan ve asıl söz sahibi olması gereken Ilısu baraj alanı halkı ve genel olarak bölge halkının, hiçbir şekilde onayına başvurulmadan Ilısu barajı projesi gerçekleştirilmek istenmektedir.

Bu gerekçelerden dolayı, Ilısu baraj projesinin bir an önce durdurularak bölge insanının sosyo-ekonomik standartlarını yükseltecek, kültürel mirasını ve doğal güzelliklerini koruyacak, bölge insanını da dahil edecek alternatif projeler geliştirilmelidir.

Ilısu’ya karşı kampanya

90’lı yılların sonunda Ilısu projesi gündeme gelince, Diyarbakır ve Batman merkezli Hasankeyf’i Yaşatma Platformu kuruldu. Bu platform 1999 ile 2002 arası bazı faaliyetler yürüttü. Proje gündemden düşünce bu platform da dağıldı. Aynı dönemde Avrupa’da, özellikle de İngiltere’de, Ilısu projesine karşı yürütülen güçlü bir kampanya Ilısu projesinin dağılmasında hayli etkili oldu.

2005 yılının ilkbaharında Ilısu projesi gündeme gelince kampanya geliştirmek için çabalar gösterilmeya başlandı. 5 Ocak 2006 tarihinde Ilısu projesinin etkilediği illerden çok sayıda sivil toplum kuruluşu, belediyeler, mesleki kuruluşlar ve sendikalar bir araya gelerek Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’ni kurdular. Bugün 72 üye kuruluştan oluşan girişim, toplumun tüm kesimlerinden destek görmektedir. Girişim bugüne kadar çok sayıda alan araştırmaları yaptı, etkinlikler düzenledi ve projeyi inceleyerek tüm boyutları işleyen raporlar hazırladı ve hazırlattı.

Düzenlenen en temel faaliyetler şunlar:

Şubat 2006’da Diyarbakır’da Hasankeyf sempozyumu. 4-5 Ağustos 2006’da Hasankeyf’te 10 bin kişinin katıldığı konserle ertesi gün başbakan Erdoğan tarafından sembolik olarak yapılan temel atma törenini protesto edildi. 23 Mart 2007’de Hasankeyf’e yakın Suçeken köyünde Hasankeyf Umut ve Dayanışma Parkı’nın açılışı. 20 Mayıs 2007’de projeden etkilenen 2000 insanla Kesmeköprü II köyünden Hasankeyf’e yürüyüş. 31 Temmuz 2007’de Diyarbakır’da geniş bir basın toplantısı düzenlenmesi. 2007 Eylül’ünde Hasankeyf’te 1500 kişinin katılımıyla protesto mitingi. Aralık 2007’de Allianoi girişimiyle İstanbul’da panel düzenlenmesi. 4 Mart 2008’de 100 etkilenen insan Ankara’ya giderek Almanya, Avusturya ve İsviçre büyükelçiliklerine 1500 tane protesto mektubun verilmesi. 19 Mart 2008’de Hasankeyf’te 2. Hasankeyf Umut ve Dayanışma Parkı’nın açılışı. Bu etkinliklerin yanında bazı fuarlarda Hasankeyf-Ilısu konulu standlar açıldı. Eylül 2006’da Diyarbakır Barosunun yürütücülüğüyle 4 köylü yeni Hasankeyf ilçesi için öngörülen arsaların yasalar ihlal edilerek kamulaştırmasına karşı dava açıldı. Aralık 2006’da Allianoi girişimiyle ortak hükümetin yeni çıkardığı ve sonuçta Hasankeyf ve Allianoi gibi 1. derecede sit alanların sular altında bırakılması için yasal uygunluk arayan bir ilke kararına karşı dava açtı. Bunun dışında Hasankeyf belediyesi ve başkanların Ankara Danıştay’ta 1999 yılından beri ve Av. Murat Cano’nun 2003’den bu yana Diyarbakır İdari Mahkemesinde yürüttüğü davalar halen sürmekteler. Buna ek olarak İstanbul ve Ankara’dan 5 mimar ve çevreci Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde (AİHM) Mart 2006’de dava açtılar. Girişim olarak, etkilenen insanlar adına AİHM’de dava açma hazırlığı içindeyiz.

Girişim Türkiye’de ve uluslararası çapta değişik kuruluşlarla ilişki kurarak değişik çevreleri de kampanyalara dahil etti. Avrupa’da 6 STK’dan oluşan Ilısu barajı kampanyasıyla düzenli ilişki kurulup ortak çalışılıyor. 2006 ve 2007 yıllarında üç defa Avrupa’ya heyet gönderilip Alman, Avusturya ve İsviçre’de ilgili hükümet ve ECA yetkilileriyle Ilısu projesine ihracat kredi teminatı verilmemesi amaçlı görüşmeler de gerçekleştirildi.

Toplum Gönüllüler Vakfı 18-20 Nisan 2008 arası Hasankeyf’te “Gençler Hasankeyf’in Sesi Oluyor” sloganı altında etkinliklerde baraj ve kültürel miras konusunu tartıştı.

Türkiye’de Doğa Derneği 2005 ve 2007 yıllarında İstanbul’dan Hasankeyf’e ‘Hasankeyf Sadakat Treni’ organize etti ve aynı dönemde imza kampanyası düzenledi. Verilen çabalar sonucu Doğa Derneği 2008 yılında Ilısu projesine karşı aktif kampanyaya girişerek 15 Mayıs’ta sanatçı Tarkan’ın da katılımıyla Hasankeyf’te bir ofis açtı.

Son durum

DSİ, 2007 yılı başında – daha finans sağlanmadan – Ilısu ve Karabayır köyünde kamulaştırma faaliyetlerine başladı. 2007 yaz ve sonbahar arası yerel mahkemenin verdiği kararla ilk tazminat ödemelerini yaptı. Köylülerin hemen hepsi itirazda bulundular. Tazminat alanlarında henüz kimse evini terk etmiş değil.

Ilısu köyündeki inşaat alanının çevresine 2007 sonbaharında askeriye tarafından ‘güvenlik’ amaçlı 12 karakol kurulmasına başlandı. Konsorsiyum, 2008 ilkbaharından beri bazı inşaat faaliyetleri yürütmekte. Ilısu’ya giden yolun genişlemesi ve Ilısu köyünde inşaat alanın kurulacağı yerlerde kepçelerle bazı çalışmalar söz konusu.

Aralık 2007’de Ilısu uzmanlar komitesi, Türkiye ve özellikle Ilısu bölgesinde araştırmalar yaptı. Mart 2008’de yayınlanan raporda Ilısu projesinin uygulaması ağır eleştirildi; buna göre, yerine getirilmesi gereken şartlardan (TOR) neredeyse hiç biri uygulanmadı, DSİ bunu yapacak kapasiteyi göstermedi ve projenin bir süre askıya alınması talep edildi. Bunun üzerine Almanya, Avusturya ve İsviçre hükümetleri projenin kritik aşamada olduğunu belirtip Türkiye’den şartların nasıl yerine getirileceği konusunda geniş bilgi istedi. Görüşmeler halen devam etmekte. Bu gelişme sonucu Mart 2008’den beri Ilısu projesi uluslararası kamuoyunda yeniden tartışılmakta ve ilgi artmakta.

Ilısu barajına karşı kampanyalar Türkiye’nin her yerine yayılıyor ve daha fazla kurum ve kişi faaliyetlere katılıyor. Bütün bunlar umut vericidir ve gerçekten de reel bir olanağın olduğunu göstermektedir.

Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi kampanyamızı başarıyla sonuna kadar yürütme kararlılığındayız. Baraj inşaatı başlasa dahi devam edeceğiz. Çünkü bu projenın kabul edilebilinecek hiçbir yanı yoktur.

Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, 29.06.2008

http//:www.hasankeyfgirisimi.com, email: [email protected]

Kaynaklar:

[1] a) Ahunbay, Zeynep, Prof.; Preservation Of Hasankeyf / A Site Threatened By Ilisu Dam Project; İstanbul Üniversitesi. b) Metin Münir, Milliyet gazetesi Ağustos 2006 köşe yazıları

[2] Batman Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma Ve Kültür Derneği; Ilısu Barajı Sonucu Etkilenecek Batman’a Bağlı İlçe Ve Köylerindeki Anket Saha Çalışması Raporu; Mart 2006

[3] Biricik, Murat; Ilısu Barajı’nın Neden Olacağı Çevresel Etkiler; Diyarbakır Çevre Gönüllüleri Derneği (ÇevGön); Haziran 2006

[4] Cernea, Michael M., Prof.; Comments on the Resettlement Action Plan for the Ilisu Dam and HEPP Project; Şubat 2006

[5] Dicle Üniversitesi; Ilısu Barajı Ve Hes’nin Çok Yönlü Olarak Değerlendirilmesi; Yrd.Doç.Dr. Bilal Gümüş (Komisyon Başkan); Yrd.Doç.Dr. Neslihan Dalkılıç (Üye); Yrd.Doç.Dr. Z. Fuat Toprak (Üye); Haziran 2006

[6] Diyarbakır Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (GÖÇ-DER); Diyarbakır’ın Bismil İlçesinde Ilısu Barajı Sonucu Etkilenecek Köylerde Yapılan Alan Çalışması Raporu, Mart 2006

[7] DSİ, Encon; Yeniden Yerleşim Eylem Planı (YYEP); Kasım 2005

[8] Eawag – Aquatic Research; Independent review of the Environmental Impacts Assessment Report (EIAR) 2005 on the future Ilisu Dam (Turkey); Şubat 2006

[9] Ilısu Çevre Grubu; Çevre Etki Değerlendirme Rapor (ÇEDR), Kasım 2005

[10] İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Şubesi; 28 Mart 2006 Tarihindediyarbakır’daki Cenaze Töreni Sonrası Gerçekleşen Hak İhlallerini; Nisan 2006

[11] Işık, Uğur; Hidroelektrik Santralleri Adına Yapılan Baraj Gölleri Ve Sağlığa Etkileri; Diyarbakır Tabip Odası Genel Sekreteri; Ağustos 2006

[12] Kaya, Meral; 03.02.2006 Tarihli Ilısu Konsorsiyumu Proje Koordinatörü İmzalı Yazıda Belirtilen Hususlara Verilen Cevaplarımız; Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi; Şubat 2006

[13] Öngür, Tahir; Ilısu Barajı Kusurlu Bir Projedir; Jeoloji Mühendisi Odası İstanbul; Nisan 2006

[14] Philip Williams & Associates, Ltd.; A Review Of The Hydrologic And Geomorphic Impacts Of The Proposed Ilisu Dam; Şubat 2006

[15] Tüzün, Nedim; Ilısu Barajının Bölge Ve Türkiye Enerji Politikalarındaki Yeri Ve Durumu; Elektrik Mühendisleri Odası, Diyarbakir; Şubat 2006

[16] WEED; Ilısu barajın planlanma ve yapımı konusunda ilgili uluslar arası kriter ve konvansiyonlar; Mayıs 2006