Türkiye’de suyun özelleştirilmesi ve su hakkı

Bir süreden beri Türkiye’de farklı yöntemlerle hem su kaynaklarının hem de su hizmetlerinin özelleştirilmesi için büyük bir çaba harcanmakta. HES’ler adı altında yapılan da aslında su kaynaklarının özelleştirilmesidir. Türkiye’de su kaynaklarının ve su hizmetlerinin özelleştirmesini, serbest piyasa ekonomisine dâhil edilmesini meşrulaştırmak, toplum tarafından sorgulanmasını engellemek,  kabul edilebilirliğini kolaylaştırmak için bir sürü gerekçe ileri sürülmekte. Bu gerekçelerin bir kısmı gerçekliğe tekabül etse bile, özünde suyun özelleştirilmesinden başka bir şeye hizmet etmediklerini ve çok sayıda olumsuz sonuçlar doğurduğunu pratikte görmek mümkün.

İlk olarak, suyun optimum kullanımının zorunlu olduğunu ifade eden ve suyun ekonomik bir değer olduğunu meşrulaştırmak için ileri sürülen iki argümanı ele alabiliriz.

2030’da su fakiri ülke olacağız
Artan nüfus, tarım ve sanayi kalkınma hedefleri, milli güvenlik, enerjide dışa bağımlılığın azaltılması gibi bir dizi noktada artan su ihtiyacı olduğu ileri sürülmekte ve 2030 yılında Türkiye’nin su fakiri ülkeler arasında yer alacağı vurgulanarak su krizinden bahsedilmekte. Kriz söylemi DSİ başta olmak üzere Türkiye’de su yönetimi ile ilgili tüm devlet kurum ve kuruluşlarında kabul edilmekte ve ülkenin su politikalarından milli güvenlik politikalarına kadar alınan pek çok karara temel oluşturmakta. Kalkınma, büyüme, enerji, güvenlik ve hegemonya hedefleri içinde büyük miktarlarda su kullanılmasının sonucu oluşacak kriz, “kriz” söylemiyle bugünden krize yol açacak politikaların hayata geçirilmesinde kullanılmakta.

Su krizine çözüm; suyu ekonomik değer olarak görme
İddia edilen şudur: su kıt bir kaynaktır, bu kıt kaynağı en iyi şekilde değerlendirmenin yöntemi suyu ekonomik bir kaynak olarak kabul etmektir. “Su akar, Türk bakar” devrinin kapanması,  “su kaynaklarını tam kapasite kullanma” gibi söylemlerle aslında ifade edilmek istenen, sudan para kazanılması isteğidir. Bu anlamıyla hem su kaynaklarının hem de su hizmetlerinin özelleştirilmesi ya da ticarileştirilmesi söz konusudur. Tüm dünyada ve Türkiye’de hâkim kılınmaya çalışılan bu anlayış son otuz yılın anlayışıdır. Kâr, büyüme ve rekabet döngüsü içinde ilerleyen sistemin yapısal krizine çare olsun diye üretilen neoliberal politikaların, “su” özelinde uygulanmasıdır. Herhangi bir mülkiyet ilişkisiyle tanımlanmayacak olan, tüm canlı ve cansız varlıklara ait, kamusal bir varlık olan suyun ekonomik değer olarak görülmesi ve piyasaya açılmasıyla su krizinin çözüleceği iddia edilmektedir.

Türkiye’nin enerji politikası içinde suyun özelleştirilmesi
Türkiye’nin tüm enerji politikaları iki temel argüman “artan enerji ihtiyacı” ve “enerjide dışa bağımlılığı azaltma” gerekçeleri etrafında şekilleniyor. Bu iki alana yanıt üretmek adına enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve yeni enerji yatırımların yapılması gerektiği ileri sürülüyor, özellikle HES ve nükleer santral yapma konusunda çok agresif bir politika izleniyor.

Enerjiye ihtiyacımız var
Artan sanayileşme, kentleşme ve nüfusla birlikte tüm dünyada enerji talebi artmakta. Enerji talebindeki yıllık artış dünya ortalaması %2,4, gelişmiş ülkeler ortalaması %2’den az ve gelişmekte olan ülkeler ortalaması %4,1 iken, Türkiye’nin enerji talebindeki yıllık artış %6-8 oranında gerçekleşmekte. Rakamlar bize Türkiye’nin enerji talebinin dünya ve gelişmiş ülkeler ortalamasından oldukça yüksek olduğunu göstermekte. Büyümeye bağlı enerji ihtiyacının her geçen gün artacağı ve gerekli yatırımlar yapılmazsa “enerji krizi yaşanacağı” argümanıyla daha fazla enerji yatırımların önü açılmaya çalışılmakta. Oysa başka bir veri,  Türkiye’nin, 1970-2010 arasındaki ekonomik büyümesinin yıllık ortalama %4,2 oranında, elektrik talep artışının ise %8,4 oranında artığını göstermekte (EPDK)  Çin’in ise son 30 yılda ekonomisi ortalama %9,8 büyürken, enerji ihtiyacı ortalama %5,9 oranında artmış. Bu verilerden de anlaşılacağı gibi daha fazla enerjiye değil daha fazla enerji verimliliğine ihtiyaç var.

Enerjide dışa bağımlılık
“Türkiye bugüne kadar kendi enerji kaynakları ile artan enerji talebini karşılamada yetersiz kalmıştır” denilmekte ki bu doğru. 2007 yılında enerji arzının petrolde %93’ü, doğalgazda %97’si, kömürde ise %20’si toplam %74’lük bölümü ithalat ile karşılanmış (EUAŞ 2008). Bu durum Türkiye’yi enerji kaynakları bakımından, dışa bağımlı hale getirmekte. 2023 yılında tarımda 150 milyar tarımsal hasıla ile dünya üretiminde ilk beşe girmeyi, enerji ve tabi kaynaklar alanlarında ülkeyi bölge liderliğine taşımayı hedefleyen Türkiye, hem enerji arzını arttırmaya hem de enerjide dışa bağımlılığı azaltmayı, bunun içinde yerli enerji kaynaklarını yenilenebilir ya da fosil herhangi bir ayrım yapmadan son damlasına kadar kullanmayı planlamakta. Bu kaynakları kullanma gerekçesini tüm hükümet yetkililerinin ve ilgili bürokratların beyanlarında duyduğumuz; kalkınma, büyüme, enerjide bağımsızlık, bölgesel güç olma hedefleri belirlemekte. Belirlenen hedeflere ulaşma noktasında kullanılabilecek yerli kaynaklar potansiyeli ise aşağıdaki tabloda yer alan kaynaklardan oluşmakta.

Kaynak: EUAŞ, 2008

Türkiye’nin yerli enerji potansiyelinin değerlendirilmesine yönelik “TÜRKİYE’NİN 2023 ENERJİ HEDEFLERİ ‘Strateji Belgesinde Kaynak Bazında Hedefler’” belgesi, hükümetin, kalkınma, büyüme ve enerjide bağımsızlık hedeflerine ulaşmak için bilimsel bir olgu olan iklim değişikliğini nasıl yok saydığını, ekolojik yıkımlara yol açan ve doğal kaynakların sürdürülebilirliğini yok eden, sadece HES’ler değil bir çok projenin hayata geçirilmek istendiğini ve bunun da serbest piyasa koşulları içinde yapılacağını göstermesi açısından önemli bir belge.2023 enerji hedefleri içinde yer alan maddelere baktığımızda, hükümetin söylemindeki çevresel hassasiyet, iklim değişikliği, sürdürülebilir kalkınma, ekolojik kaygılar gibi ifadelerin tamamen göz boyamadan ibaret, açık bir kandırmaca olduğunu görüyoruz.

Türkiye’nin 2023 enerji hedefleri
‘Strateji Belgesinde Kaynak Bazında Hedefler’inde “Elektrik enerjisi üretiminde yerli kaynakların payının artırılması öncelikli hedeftir. Bu doğrultuda, yerli kaynakların kullanılmasını teşvik etmek üzere piyasayı yönlendirici tedbirler alınacaktır” denilmekte.  Büyük yatırımlar gerektiren enerji projelerin yapımında özel sektörün devreye girmesi için her türlü yasal düzenlemenin yapılması, engel olanların kaldırılmasını ifade eden bu hedefin uygulanabilmesi için uzun zamandır çaba gösterilmekte. Çarpıcı bir örnek olarak, nükleer santral kurabilmek için serbest piyasa koşullarının bile hiçe sayıldığı süreci gösterebiliriz.

Kaynak bazında hedefler arasında, “Bilinen linyit kaynakları ve taşkömürü kaynakları 2023 yılına kadar elektrik enerjisi üretimi amacıyla değerlendirilmiş olacaktır. Bu amaçla elektrik üretimine uygun yerli linyit ve taşkömürü sahalarının, elektrik üretimi amaçlı projelerle değerlendirilmesi uygulaması sürdürülecektir”  ifadeleri de yer almakta.  Sera gazları salım oranı hızla artan (1990 değerlerine göre %120 artmış) bir ülkenin böyle bir hedef belirlemesi iklim değişikliği konusunda “hiçbir şey yapmayacağım, yaptıklarım sadece göstermelik şeyler” ve “dünya batsa umurumda değil”den başka bir anlama gelmez. Türkiye, şimdiye kadar kendisinin gelişmekte olan ülkeler kategorisi içinde olduğunu ileri sürerek sera gazları salım oranlarında herhangi bir hedef belirlemesinde bulunmadı ve bulunmaktan kaçınmakta. Gelişmiş ülkelerin 100-150 yıldır karbon ekonomisine dayalı faaliyetleri sonucu kalkındıkları ve bu arada iklim değişikliğine neden oldukları, aynı hakkın Türkiye’ye de tanınması gerektiği savunulmakta. Kalkınma ve enerji ihtiyacını karşılama gerekçesiyle Sinop Gerze’de 1200 MW gücündeki termik santral gibi, yapılması planlanan 47 adet termik santral var. Bunlar hayata geçirilirse karbon salımları açısından Türkiye 2020 Avrupa birincisi olacak. Somali’de yaşanan kuraklık ve kuraklığa bağlı açlık ve toplu ölümler için gözyaşı döküp, dünyanın Somali’ye daha duyarlı davranması çağrısında bulunanlar, yeni Somalilere yol açacak projelerini, enerjide bağımsızlık, büyüme, rekabet, kalkınma hakkı diye yapmaya devam etmekteler. Bu ise ikiyüzlülükten başka bir anlama gelmez.

Yine kaynak bazında hedefler arasında “Elektrik üretiminde nükleer santrallerin kullanılması konusunda başlatılan çalışmalara devam edilecektir. Bu santrallerin elektrik enerjisi üretimi içerisindeki payının 2020 yılına kadar en az %5 seviyesine ulaşması ve uzun dönemde daha da artırılması hedeflenmektedir.” ifadesi yer almakta. Nükleer santraller konusunda çok uzun bir süreden beri bir mücadele yaşanmakta. Nükleer santrallerin tehlikelerine, maliyetine, risklerine dikkat çeken çok sayıda bilimsel rapor ve yaşanmışlık var. En son Japonya – Fukushima’da yaşanan nükleer felaket ise bu teknolojinin, ne tür tedbirler alırsanız alın hesaba katılamayan ya da katsanız da baş edemeyeceğiniz herhangi bir şeyden dolayı vahim kazalara yol açabileceğini bir kez daha tartışmasız bir biçimde gösterdi. Bütün bunlara rağmen, hükümet, bu ölümcül enerjiyi kullanmakta çok kararlı olduğunu ifade etmekte. Bunu da yine kalkınma, büyüme, enerjide dışa bağımlılığı azaltma adına yaptığını söylüyor. Nükleer özelinde iklim değişikliğine çare olma adına da yaptığını ileri sürüyor, tıpkı HES’lerde olduğu gibi.

Strateji belgesinin yenilenebilir kaynaklar başlığı altında “temel hedef yenilenebilir kaynakların elektrik enerjisi üretimi içerisindeki payının 2023 yılında en az %30 düzeyinde olmasının sağlanması” olarak belirlenirken, hidroelektrik yenilenebilir kaynakların arasında sayılmakta ve “2023 yılına kadar teknik ve ekonomik olarak değerlendirilebilecek hidroelektrik potansiyelin tamamının elektrik enerjisi üretiminde kullanılması sağlanacaktır” denilmekte.

İklim değişikliği ve HES’ler
Dünyamızda şu anda bildiğimiz yaşam formlarının, canlı yaşamının devamından bahsetmek istiyorsak,  iklim değişikliğine neden olan enerji kaynaklarından petrol, kömür ve doğalgazdan tüm ülke ekonomilerinin vazgeçmeleri bir zorunluluk. Enerji ihtiyacını yenilenebilir enerjilerden rüzgar, güneş, jeotermal, dalga enerjisinden karşılamamız gerekmekte. Yenilenebilir enerji kaynaklarını, enerji verimliliği ve enerji tasarrufu gibi uygulamalarla birlikte sürdürmek aynı zamanda bir zorunluluk. Bu zorunluluklar bir siyasi tercihin ya da farklı politik bir görüşün zorunlulukları değil, bilimsel verilerin işaret ettiği ve dünyada yaşan gelişmelerin gösterdiği zorunluluklar. Şimdi İklim değişikliği konusunda adım attığını iddia eden hükümetin strateji planına bir daha bakalım. Kömür, linyit kaynaklarını sonuna kadar kullanmakta kararlı bir planın iklim değişikliğine çare diye HES’leri ileri sürmesi herhalde kimseye inandırıcı gelmeyecektir. Geliştirilmek istenen hidroelektrik enerjisi, iklim değişikliği için üretilmiş bir çözüm değil. Aksine, uygulamalara baktığımızda inşaat şirketlerine gelir sağlama, su kaynaklarının özelleştirilmesi gibi faktörler daha öne çıkmakta.

Kaynak: TMMOB Hidroelektrik Santraller Raporu, 2011

Türkiye’de HES’ler
Enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla yapıldığı iddia edilen,  yerellerde direnişlere neden olan fakat zorla, baskıyla yapılmak istenen HES’lerdeki son durum şu:  205 adeti işletmede, 514 adeti inşa halinde ve il Etüt, Mastır Plan, Planlama ve Kati Projesi hazır olan 1222 adet, toplamda 1941 adet HES’in yapılması planlanmakta. Şimdi bu HES’lerin mutlaka yapılma zorunluluğu var mı diye bakalım. Bir başka deyişle, bunlar yapılmazsa mum ışında mı kalacağız sorusuna yanıt bulmaya çalışalım.  TEDAŞ’ın dağıtım istatistikî verilerine göre 2009 yılında kayıp/kaçak oranı %15, bunun enerji karşılığı 31.000 GWh.  Gelişmiş ülkelerde kayıp/kaçak oranı %5-7 oranında. Yani kayıp ve kaçaklar önlenebiliyor.  Yaklaşık bir hesaba göre kayıp kaçak seviyesini %5 oranına indirilmesi yapılmak istenen yaklaşık 4800 MW’lık HES’i birden devre dışı bırakabilir. Çok kısa süreler içinde, hiçbir şekilde ciddiye alınamayacak, tamamen bürokratik işleve sahip Çevresel Etki Değerlendirme Raporlarıyla, havza planlaması yapılmadan ekolojik, ekonomik, sosyal, kültürel çok ciddi sorunlara yol açacak bu projelerin hayata geçirilmesini artan enerji ihtiyacı ile gerekçelendirmenin gerçekçi olmadığını, sadece kayıp kaçak oranlarının azaltılması hesabı bile bize göstermekte. Enerjiyi daha verimli ve tasarruflu kullanabilirsiniz, iklim değişikliğine de çözüm olacak diğer kaynakların (rüzgâr, güneş, jeotermal) kullanımında daha tutarlı ve hedefi olan politikalar izleyebilirsiniz. Enerji tasarrufu açısından binaların yalıtılmasından tutunda, toplu taşımacılıkta raylı sisteme geçmek gibi, hem iklim değişikliğini durdurma hem de enerji ihtiyacını karşılama noktasında atılması gereken çok adım bulunmakta. Bunların yapılmasında tıpkı HES, nükleer ve termik santraller konusunda gösterilen agresif tavır sergilenebilir, bütün bu alanlar da kamusal finansman kaynaklarıyla gerçekleştirilebilir.  Bunların her biri yapılabilecek şeyler. Ama öncelikle kalkınma, büyüme, enerjide dışa bağımlılığı azaltma hedeflerinin yerine şirketlerin kârları değil vatandaşların hakları, kamusal çıkar, doğal kaynakların sürdürülebilirliği gibi kavramları hedef olarak belirlemek gerekmekte. Yapılmak istenen HES’lerde de gördüğümüz gibi inşaat ve enerji şirketlerine yeni yatırım alanları açılmak istenmekte. Sadece bununla kalınmamakta, 26 Haziran 2003 tarihli Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik ile nehirlerin 49 yıllığına şirketlere devri yapılmakta. Bu hakla birlikte şirketler, suyun mülkiyetini de ele geçirmiş gibi haklar kazanıyorlar. Tarlasını bahçesini sulamak isteyen köylüleri suyun kullanım hakkı elde eden şirketlere para ödemek zorunda bırakacak yasal düzenleme yapılmış durumda.

Suyun şirketlerin tasarrufuna bırakılması, sudan para kazanılmak istenmesi sadece HES’lerle yapılmıyor. Su kaynak ve hizmetlerinin tüm alanları özelleştiriliyor. Bu süreci şöyle özetleyebiliriz. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları Türkiye’de kamusal kaynakların ve hizmetlerin devlet yönetiminden uzaklaştırılarak özel şirketlere devredilmesi politikalarını ve modellerini yıllar içinde imzalanan yüzlerce ikraz anlaşması ile ülkenin gündemine taşıdı ve yerleştirdi. Bugün Türkiye’de suyun çıkarılması, işlenmesi, dağıtımı, atıksuyun toplanması ve arıtılması gibi su hizmetlerinin tüm aşamalarında ticarileştirilme ve özelleştirilme süreci yaşanmakta. Su kaynaklarının kendisi kamu alanından çıkarılmakta ve kullanım hakkı gibi yasal mekanizmalarla ticarileştirilmekte ve özelleştirilmekte. Böylece tüm canlılar için ortak bir yaşam kaynağı olan su, birincil amacı suyu ekonomik bir metaya dönüştürüp ondan kâr elde etmek olan sermaye gruplarının ellerine teslim edilmekte. Hidrolik yapılara, sulama tesislerine, kentsel su hizmetlerine ve ambalajlı su sektörünün son durumuna bakarsak özelleştirmenin ne aşamaya geldiğini daha iyi anlayabiliriz.

Hidrolik yapılarda son durum
Ekim ayının son haftalarında DSİ Genel Müdür’ü Akif Özkaldı’nın bir ropörtajı gazetelerde yayınlandı. Özkaldı DSİ’nin elinde yapımı devam eden 10,  ihaleye çıkacak 3 HES projesi olduğunu, bunların işlemlerini bitirdikten sonra artık DSİ’nin baraj yapmayacağını, bundan sonra HES yapımını tamamen özel sektör marifetiyle yapılacağını öngördüklerini belirtmiş.

Sulama tesislerinde son durum
Dönemin DSİ Genel Müdürü Doğan Altınbilek, 1999 yılında gelinen noktayı “Türkiye’nin en büyük gizli özelleştirmelerinden birini gerçekleştirdik” diye ifade etmişti.  2011 yılı itibariyle DSİ tarafından inşa edilip su kullanıcı örgütlerine devredilen sulama tesislerinin %94’ü sulama birlikleri, %4’lük bölümü sulama kooperatifleri, %2’lik bölümü ise DSİ’nin elinde işletilmekte.

Kentsel su hizmetlerinde son durum
1980’lerden beri Dünya Bankası ve IMF’nin dayattığı su yönetimini kamu alanından çıkarma politikaları, artan sayıda belediyeyi, ya Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar sonucunda su hizmetlerini gerçekleştirmek için çokuluslu dünya su devlerine kapılarını açmak zorunda bırakmış ya da kendisi şirket gibi kâr mantığı ile su hizmetlerini yürütmeye zorlamıştır. Dünya Bankası ile yapılan anlaşmaların sonucu, çokuluslu su şirketlere yereldeki su tarifelerinin birim fiyatını belirleme yetkisi verilirken, 4736 Sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmetleri Tarifeleri Kanunu ile tüm kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesinin yasal dayanağı oluşturulmuştur. Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü’nün kuruluş ve görevlerini belirleyen 2560 sayılı kanun maddesi ile de bu kurumların en az %10 karlılıkla çalışması zorunlu kılınmıştır. Yani bir belediyenin, vatandaşlarına sosyal politikalar gereği ve su tasarrufu sağlamak için belli bir tona kadar suyu bedava vermesi yasaklanmıştır.

Türkiye’de ambalajlı su sektörü
Kentsel su hizmetlerinde yerelleşmeyle birlikte altyapı hizmetlerinde finansal desteğin ortadan kalkması, 1990’larda özellikle büyük şehirlerde su hizmetlerinde ortaya çıkan çeşitli sorunlar ve Sağlık Bakanlığının 1997 yılında 19 litrelik polikarbonat damacana ambalajlı suya izin vermesi gibi bir dizi etken, şebeke suyunun içme suyundan ayrılmasına yol açmıştır. Günümüzde ambalajlı su kullanımı büyük şehirlerde olmazsa olmaz bir hale gelmiş durumdadır. Şimdi aynı nitelikte musluktan içilebilecek temiz su için şehirlerde yaşayanlar 300 ya da 500 kat daha fazla para ödeyerek bu ihtiyaçlarını su şirketlerinin ürettiği ambalajlı sulardan karşılamaktalar.

Gerçekte su krizi ve çözümü
Dünyada insanlar ve diğer canlıların temel ihtiyaçları için kullanabilecekleri tatlı su miktarı sınırlıdır. Sınırlı olan bu doğal varlığa fiziksel, ekonomik, siyasi vb. nedenlerle hali hazırda ulaşamayan 1,1 milyardan fazla insan ve yine temizlik amaçlı su kullanamayan 2,6 milyar insan bulunmakta. Bu sınırlı varlık her geçen gün daha fazla kirlenmekte ve tükenmektedir. Bu bağlamda dünya genelinde bir su krizi vardır.

Suyun özelleştirilmesi, bu krizi daha da derinleşmektedir. Suyu insan hakkı olarak değil de, ihtiyaç maddesi olarak tanımladığınızda ve şirketlerin veya şirket mantığı ile çalışmak zorunda bırakılan su idarelerinin tasarrufuna su kaynaklarını ve su hizmetlerini devrettiğinizde, bunlardan faydalanabilmenizin tek koşulu vardır; parasını ödemek zorundasınızdır. Yine özel sektör, hizmetin fiyatını belirlerken, o hizmetin üretilmesi için yapılan bütün harcamaları hesaba katmakta ve hizmeti alandan bu maliyet unsurlarını da talep etmektedir. Daha kaliteli su hizmeti talep ediyorsanız daha fazla su faturası ödemek zorundasınızdır. Oysa dünyada yaşanan pek çok örnekte görüldüğü gibi su fiyatları artmasına rağmen, suyun kalitesindeki artış doğru orantılı olmamıştır. Suyun çıkarılması, dağıtılması ve atıksuyun arıtılması – kentleşme, kirlilik vb nedenlerle – her geçen gün daha yüksek maliyetler gerektirirken,  bu artan maliyetleri, onu ekonomik faaliyetlere göre çok daha az kirleten ve tüketen insanlardan talep etmek onların yaşamsal faaliyetlerini (içme, temizlik, yemek vb) karşılamayacakları faturalarla baş başa bırakmak anlamına gelmektedir. Ayrıca şirketler su hizmetlerinden kâr edebilmek için yatırım masraflarını azalttıkları, altyapı yatırım maliyetlerinde kamusal kaynakların kullanımını istedikleri de genel uygulamalar olarak görülmektedir. Yani yatırım maliyetlerini karşılamak yine kamuya düşmektedir.

Ne kadar su satarlarsa o kadar kazançları artacak olan şirketlerin su tasarrufundan söz etmeleri ise daha trajik sonuçlar yaratmaktan başka bir işe yaramadı. Suyun fiyatlandırılması, su kaynaklarının daha az tüketilmesine değil, şirketin artan su fiyatları ile zenginleşmesine ve suya erişimde artan bir adaletsizliğe neden oldu. Su kaynaklarının tükenmesinde ve kirlenmesinde asıl sorumlu olanlar su fiyat artışlarından etkilenmezken, bundan etkilenen yine yoksul insanlar oldu. Su ve su hizmetlerinin bütününe ilişkin kararlar, karara konu olan yerlerden ve aktörlerinden bağımsız bir şekilde şirketlerin yönetim kurullarında alınması da aslında su şirketlerinin su krizini çözme iddialarının koca bir aldatmaca olduğunu göstermekte. Su tüm insan ve canlılara ait kamusal bir varlıktır. Doğal olarak bu herkese ait varlık hakkında karar alma hakkı, en basit demokrasi anlayışı gereği olarak, suyla bağlantılı olanlarda olmalıdır.

Su kaynaklarının ve hizmetlerinin, piyasa ekonomisi içine bir kısmının dahi dahil edilmesi, şirketlerinin çok işine yarasa da, sadece ekonomik değil, sosyal, kültürel, ekolojik yeni sorunlara yol açtığı ve su krizini çözmek bir yana daha da derinleştirdiği bir gerçek. Dünya genelinde özelleştirilen su hizmetleri miktarı %10 olmasına rağmen yarattığı sorunların boyutları çok büyük. Bunun nedeni suyun tüm insanlar, diğer canlılar ve ekosistemler için birincil öneme sahip ve yeri doldurulamayacak bir varlık olmasıdır.

Su krizini kalıcı olarak çözülmesinde izlenecek yöntem suyun özelleştirilmesi değil, suyun en temel insan hakkı olduğunu ve kamusal niteliği bulunduğunu tanımaktır. Herkesin yeterli miktarda ve kalitede suya fiziksel ve ekonomik olarak eşit biçimde erişimini savunan, su yönetimlerinde kamu yararını gözeten, demokrasiyi ve katılımcılığı temel alan, suyu tüm canlılar için yaşam kaynağı olarak gören, su hakkını ve ekolojik sistemi koruyan ve güvence altına alan yönetim modellerinin oluşturulması ve bunları savunan politikaların geliştirilmesi günün acil görevidir.

*Diyarbakır 21-22 Ekim, “Mezopotamya Enerji Forumu- Ülke Enerji Politikaları” oturumunda Su Hakkı Kampanyası adına Nuran Yüce’nin yaptığı konuşma.