“Su Kanunu Tasarısı” Eleştirisi ve Alternatif Su Kanunu Tasarısı

alternatif-su-kanunu-tasarisi-300

İçindekiler:

Giriş

Su hakkı ve su varlığının korunması için hukuki dayanaklar – Tolga Şirin

• Su Kanunu Tasarısı Değerlendirme ve Öneriler

Birinci Bölüm

İkinci Bölüm

Üçüncü Bölüm

Dördüncü Bölüm

Beşinci Bölüm

Su Hakkı Kampanyası’nın önerdiği “Alternatif Su Kanunu Tasarısı”

Giriş

Su Hakkı Kampanyası, bu çalışmayla 2012 yılında gündeme gelen “Su Kanunu Tasarısı” hukuksal metnin eleştirisini, tüm insan ve canlıların suya erişim hakkının ve su varlıklarının korunarak gelecek nesillere aktarılması gerekliliğinden yola çıkarak yapıyor. İncelediğimiz Tasarı’da 2012’den bu yana bir takım değişiklikler yapılmış olması muhtemeldir. Ancak bunlar kamuoyuyla paylaşılmadığı için ele aldığımız konular 2012 senesinde paylaşılan metinle sınırlıdır. Ayrıca Su Hakkı Kampanyası tarafından hazırlanan Su Kanunu Tasarısı eleştirisi, Ekolojik Anayasa çalışmasından bağımsız değildir ve onun su mecrasındaki daha detaylı bir incelemesi olarak kabul edilmelidir.

Su varlıkları, su hakkı ve suyun yönetimi, sadece Türkiye’yi değil tüm dünyayı ilgilendiren su meselesinin sacayaklarıdır. Su Hakkı Kampanyası, yaptığı çalışma ile Su Kanunu Tasarısı’nda da bulunması gereken bu üç sacayağını incelemiştir. İlk olarak su varlıklarına bakarsak, 1950’lerden bu yana rekabetçi piyasa ekonomisinin küreselleşmesine bağlı olarak ivme kazanan sanayi, endüstriyel tarım ve hizmet faaliyetleri, artan dünya nüfusu ve bu nüfusun büyüyen bir oranda kentlileşmesi, yoğun su ve enerji tüketmeye dayalı yaşam biçimlerinin yaygınlaşması gibi nedenlerle muazzam bir taarruz altında olduğunu görürüz. Sayılarla ifade edecek olursak, Türkiye’deki sulak alanların yarısı son kırk yıl içinde ortadan kalkmıştır. Bu, Marmara Denizi büyüklüğünde bir alana denk düşmektedir. Daha da kötüsü, bu, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Türkiye’deki yeraltı sularının üçte birinin bulunduğu Konya Ovası gibi yoğun tarım faaliyetlerinin gerçekleştirildiği bölgelerde yeraltı su seviyesi on metrelerce derine inmiş, çapı 20 metreyi bulan obruklar ortaya çıkmıştır. Su varlıkları hızla kirlenmekte, Ergene Nehri gibi onlarcasından sudan çok zehir akmakta, deniz ve göller foseptik çukuru vazifesi görmektedir. Yeraltı sularını çeken ve kullandıktan sonra atık suyu arıtmadan tekrar yeraltına veren endüstriyel şirketler, yaşamın garantisi olan yeraltı sularını kirletmektedir. Ayrıca iklim değişikliğinden en fazla etkilenen Akdeniz Çanağı’nda yer alan Türkiye’de düzensiz yağışlar ve kuraklık, su meselesinin boyutlarını büyütmektedir. Tüm bunlar su varlıklarının koruma değil, kullanma eksenli ele alındığının ispatıdır.

İncelediğimiz Su Kanunu Tasarısı’nda da mevcut kullanmacı anlayış hâkimdir. Örneğin madde 2(c) asgari su akışı ile ilgili olup şöyle demektedir: “Bir akarsu kesitinde ekolojik ihtiyaçlar ile su kullanımlarının sürdürülebilirliğini sağlamak üzere bulunması gereken ve her su kaynağı için ilmi çalışmalarla belirlenmiş en az su debisi”. Oysa su gibi temel bir yaşam kaynağı söz konusu olduğunda asgari kavramından bahsedilemez. Su, ekosistemden bağımsız olmayan bir bütündür. Dolayısıyla su varlığıyla ekosistem birlikte ele alınmalıdır. Üstelik ihtiyaç kavramı zaman içinde değişebilir. Ancak su gibi bir varlık ihtiyaçtan çok, bir varoluş meseledir. Su varlıklarını korumak “ekolojik ihtiyaçlar” gibi muğlak bir kavramla değil ekosistem bütününü sürdürmek ile mümkün olur. Yasa tasarısında yer alan “asgari su debisi” yerine “optimum su debisi” kavramını kullanmak gerekir. Su varlıkları hızla kirlenip tükenirken, yasalarla asıl korunması gereken, bu varlıkların kendilerini yenileme kapasiteleri olmalıdır. Bu bağlamda optimum, hayatın devamını sağlayabilmek için gereken yeterli su miktarı ve kalitesini ifade eder. Bu miktar her su varlığı için farklıdır ve her yıl uzun yıllara dayalı gözlemlerden (kuraklık gibi etmenleri de göz önüne alarak) yola çıkılarak yapılacak hesaplamalar sonucunda belirlenir. Su varlığının kendini yenileme kapasitesi hiç bir şart altında aşılmamalıdır. Türkiye’deki yasal düzenlemelere göre suyun yatağında bırakılması zorunlu kılınan “asgari su debisi” %10’dur. Bu ise ekosistemlerin hızla yok olmasına neden olmaktadır.

Aynı maddenin (ğ) bendine göre, emniyetli yeraltısuyu işletme rezervi “yeraltısuyu rezervine zarar vermeden çekilebilecek su miktarını” ifade ediyor. Ancak yeraltı suları rahatlıkla kontrol edilebilecek (kullanımı açısında) varlıklar değildir. Yeraltı suları her durumda tüm canlılığın varoluş güvencesidir.  Bu nedenle yeraltı suyu rezervlerinin belirsiz bir ifade ile “zarar vermeden” değil, net bir şekilde korunması gerekir. Bu ve benzeri maddeler su varlıklarını korunmasını hedeflememektedir.

İkinci olarak, su, hakkı yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak bu hak gittikçe büyüyen bir erozyona maruz kalmaktadır. Neoliberal baskılar altında kalan su varlıkları hızla kirlenip tükenirken, su kamusal hizmet alanın dışında itilmiş, suya erişim yoksullar aleyhinde kısıtlanmış ve var olan ekolojik adaletsizlik hızla büyümüştür. Suyu en fazla kullanıp kirletenler sanayi ve endüstriyel tarım faaliyetlerini yürüten sermaye sahibi bir azınlık olmasına rağmen, kirliliği temizleme bedelini orantısız bir şekilde çoğunluğu oluşturan halk ödemektedir. Bunun sonucunda yoksul kesimlerin zaten kısıtlı olan bütçesinden suya ayırdığı oran artmakta; bu gider kalemlerine beslenme, barınma, ısınma, ulaşım ve eğitim eklendiğinde mevcut yoksulluk hızla büyümektedir. Bu durumda su hakkı, yani en temel hak olan yeterli miktarda temiz suya erişim, yoksullar aleyhinde kısıtlanmaktadır. Başka bir ifadeyle insani su kullanımı (içme, temizlik ve yemek pişirme vb.), sermayenin sonu gelmeyen su taleplerine feda edilmektedir. İnsani amaçlı su kullanımı en temel yaşam hakkı olduğuna göre para ile alınıp, satılamaz. İnsani kullanımı aşan veya ekonomik üretim için tüketilen suyun ise, bir hak olmadığı için ücretlendirilmesi şarttır.

İncelediğimiz Su Kanunu Tasarısı’nda su hakkının adı bile geçmemektedir.  Bolivya, Uruguay, İspanya, Hollanda ve daha pek çok ülkede Anayasa’da insan hakkı olarak yer alan su hakkı, 2010 yılında Birleşmiş Milletler tarafından da kabul edilmiştir. Dünyada su hakkının kabulüne doğru gelişmeler yaşanırken, içine kattığı tüm güncel ekolojik terimlere rağmen Su Kanunu Tasarısı adeta tam tersi bir yönde atılmış hukuksal bir metindir. Örneğin tasarının 4. maddesinin (e) ve (f) bentleri suyun ücretlendirilmesi yoluyla su hakkının gaspına yöneliktir. İlk bentte “Suyun yönetim hizmetleri karşılığında ücretlendirilmesi” yer almaktadır. Oysa suya erişimin bir hak olması nedeniyle insani kullanım için yeterli miktar ve kalitede suyun ücretsiz verilmesi, bunun dışındaki kullanımın kamu yönetim hizmetleri karşılığında ücretlendirilmesi gerekmektedir. Yani asgari insani ihtiyacı aşan miktardaki su kullanımı ile ticari, tarımsal ve endüstriyel su kullanımında ücretlendirme uygulanabilir.  İkincisinde ise “Su temin maliyetlerinin kullanan, kirlilik önleme maliyetlerinin kirleten tarafından ödenmesi, esastır” denmektedir. Aynı şekilde su hakkı olarak belirlenen miktarı aşan kullanım söz konusu olduğunda temin ve kirlilik önleme maliyetlerinin kullanan tarafından ödenmesi esastır.

Üçüncü olarak su yönetimine bakıldığında, su hakkının korunmasının su varlıklarının kirlenmesi ve tükenmesini sorunlarının en aza indirilmesiyle olanaklı hale geleceği görülür. Bunun için de su yönetiminin her şeyden önce su varlıklarını kullanma değil, koruma eksenli olması gerekir. Korumanın gerçekleşmesi ise suyu insani ihtiyaçlar için kullananların su yönetimine katılması ile mümkün olabilir. Su yönetimi sadece bürokrat, sermaye ve uzman eline bırakılırsa, suyun insani ihtiyaca değil, ekonomik talebe yönelik kullanılması durumu ortaya çıkar. Su varlıkları ve insani su kullanımı sınırlı iken, ekonomik talep sonsuzdur. Talebin kontrol altına alınmadığı noktada, ihtiyaçlar feda edilecektir. Nitekim günümüzde yaşanan budur. Bu, hem hak ihlali olduğu için yoksullar, gelecek kuşaklar ve diğer canlılar aleyhinde bir adaletsizliği, hem de suların hızla kirlenip tükenmesi sonucunu doğurur. Bu nedenle su yönetimi demokratik, katılımcı ve koruma eksenli olmak zorundadır.

İncelediğimiz tasarıda ise tam aksi yönde bir su yönetimi tablosu çizilmiştir. Örneğin tasarının 2. maddesinin (i) bendinde havza yönetim planı “Bir havzadaki su kaynaklarının ve canlı hayatının korunmasını ve geliştirilmesini sağlamak üzere, su kaynakları için sürdürülebilir bir koruma-kullanma dengesi gözetilerek hazırlanan plan” olarak tanımlanmaktadır. Bizim önerdiğimiz maddede ise “Bir havzadaki su varlıklarının ve canlı hayatının korunması ve iyileştirilmesi, ve kültürel mirasının sürdürülmesi amacıyla öncelikli olarak su varlıklarının ekolojik ve insani kullanımı için ihtiyatlılık, çoğulculuk ve demokratik katılımcılık ilkeleri temelinde hazırlanan plan” olarak ifade edilmektedir. Zira su varlıklarının öncelikli kullanımı ekolojik ve insani amaçlı olmalıdır. Suyun kullanımında, bu amaç hiçbir şart altında bertaraf edilmemelidir. Tasarıda bahsi geçen “koruma-kullanma dengesi” yukarıda belirtilen şartı sağlamadığı sürece, uygulamada koruma değil, kullanım söz konusu olacaktır. Bu da su varlıklarının kirlenerek, temiz suyun tükenmesi ve pahalanması anlamına gelecektir.

Tasarıdaki bir başka sorun teşkil eden madde ise “Havza su tahsis heyetinin kurulması, görev ve yetkileri” bölümünde yer alan madde 14’tür. Tasarıda havza bazında sosyal-ekolojik koruma, içme suyu temini ve tahsis gibi faaliyetleri yürütecek bir kurum yoktur. Bu çok temel bir eksikliktir. Su Kanunu’nda su tahsis heyetini değil, öncelikle havza yönetim birimini tanımlamak gerekir. Türkiye’de bulunan 26 havzanın her biri için birer havza yönetim birimi olmalıdır. Katılımcılık ilkesinden yola çıkılarak kurulacak bu birlik içinde belediye başkanları, kooperatifler, STK’lar, su ve su yönetimi alanına giren çeşitli alanların uzmanları, yerel topluluklar, kent konseyleri vb. öğelerin bulunması şarttır. Su tahsis heyeti ise ancak havza yönetim biriminin bir organı olabilir.

Kanun tasarısında yer alan 11. maddede ise başkanlığını Orman ve Su İşleri Bakanı’nın yaptığı, su mecrası içinde yer alan diğer bakanlardan oluşan “Su Yönetimi Yüksek Kurulu” adlı bir üstü kuruldan bahsedilmektedir. Maddenin 3. fıkrasında, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve üniversitelerin temsilcileri gibi su yönetiminde yer alan diğer aktörlerin ise Su Yönetimi Yüksek Kurulu toplantılarına sadece gerekli olduğu durumlarda davet edilebileceği belirtilmektedir. Oysa herhangi bir su kanununa temel teşkil etmesi gereken ilkelerden biri de su varlıkları hakkında, hangi düzeyde olursa olsun, karar alma süreçlerinde mutlaka su varlıklarından doğrudan yararlanan ve etkilenen yerel halkın katılımıdır. Bunun yansıması olarak su varlıklarıyla ilgili karar süreçlerinde, havza bazında yönetimden yola çıkarak her havzanın temsilcisinin de bu kurulda yer alması gerekir. Kurulda ilgili ve uzman kurumların temsilcilerinin bulunması kadar, yerel halkın katılımının sağlanması esas olmalıdır.

Özetle, mevcut tasarının “Su Kaynaklarının Planlanması ve Geliştirilmesi, Korunması, İzleme ve Denetim, Su Yüksek Koordinasyon Kurulu, Havza Yönetim Birimi” başlıklı ikinci bölümü, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın tek karar verici merci olduğu bir yapıyı örmek üzere hazırlanmıştır. Böylece zaten hâkim olan merkeziyetçi yönetim anlayışı, ulusal ve yerel düzeyde su ile ilgili tüm kurul ve kuruluşlarda sağlamlaştırılmaktadır. Tasarıda “havza bazında yönetim” gibi ilk bakışta umut vadeden ama ilerleyen aşamalarda içi boş olduğu görülen pek çok kavram,  Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın süper güçler ve yetkilerle donatılmış bir kuruluş olmaya devam etmesinin bir sonucudur. Oysa hangi düzeyde olursa olsun, karar alma süreçlerinde mutlaka su varlıklarından doğrudan yararlanan ve etkilenen yerel halkın katılımı şarttır. Zira sorunların daha oluşmadan bertaraf edilmesi, daha etkin ve hızlı biçimde çözüm üretilmesi, çözümlerin toplumca benimsenerek uygulanması için yerinden yönetim ilkesinin etkinleştirilmesi artık bir seçim değil, zorunluluk haline gelmiştir. Bu nedenle, Bakanlığın yetki alanları su varlıklarının kalitesi ve miktarına yönelik evrensel kıstasları yerel aktörlerin bilgisine sunmak, bu konularda denetimi organize etmek ve sağlamak, gereken yaptırımların gerçekleşmesini sağlamak gibi evrensel düzeyde cereyan eden faaliyetlerle sınırlandırılmalıdır.

İncelenen Su Kanunu Tasarısı mevcut haliyle su varlıklarını fiziksel ve ekonomik bir kaynak olarak gören; suyun kültürel boyutunu yok sayan; su varlıklarını korumayı değil kullanmayı teşvik eden; suyu koruma stratejisi “kirleten öder” prensibinden öte geçemeyen ve dolayısıyla sorunları oluşmadan önlemek yerine oluştuktan sonra yüzeysel çözümler üretmeye odaklı; su hakkını tanımayan ve artan su faturalarıyla büyüyen bir adaletsizliğe neden olan; ve su yönetiminde merkeziyetçi mevcut yapıyı sürdürerek yerelden yönetimi özde değil sadece sözde savunan bir hukuksal metindir. Mevcut haliyle bu tasarı gezegendeki yaşamın güvencesi olan su varlıklarını, yaşam hakkının temel bileşeni olan su hakkını ve suyun yönetiminin olmazsa olmazı demokratik katılımcılığı tehdit etmektedir. Bu tehdidi bertaraf etmek sadece eleştirmekle sınırlı kalamayacağı için, hukuk uzmanları ile birlikte uzun erimli bir çalışmanın sonucunda hazırladığımız Alternatif Su Kanunu tasarısını sizlerle paylaşıyoruz.

Bu giriş yazısının ardından gelen bölümlerde ilk olarak Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim dalı öğretim görevlisi ve anayasa hukuku ve insan hakları uzmanı Dr. Tolga Şirin’in “Su hakkı ve su varlığının korunması için hukuki dayanaklar” makalesi yer almaktadır. İkinci bölümde, Su Hakkı Kampanyası mevcut Su Kanunu tasarısını madde bazında incelemekte, Su Kanunu Tasarısı’nda bulunan her bir madde, değiştirilme gerekçesi ve ona alternatif olarak oluşturulan madde önerisiyle birlikte toplu bir tablo halinde sunulmaktadır. Üçüncü bölümde ise hazırlanan Alternatif Su Kanunu Tasarısı, tam bir kanun metni halinde yer almaktadır.

Su Hakkı Kampanyası

16 Haziran 2014

Sonraki sayfa: Su hakkı ve su varlığının korunması için hukuki dayanaklar – Tolga Şirin

alternatif-su-kanunu-tasarisi-665