İçme suyu temininde barajlar tek çözüm mü?

barajlar-icme-suyuErcan Ayboğa‘nın bu yazısıyla içme suyu temininde uygulanagelen yöntemler hakkında bir tartışma dizisi başlatıyoruz. Amacımız neoliberal paradigmanın içme suyu teminine dair sorgulamadan uygulamamızı istediği ön kabulleri eleştirel bir bakışla analiz etmek ve sosyal, ekolojik ve dayanışmacı bir modelin geliştirilmesine katkı sağlamak. Ercan Ayboğa dizinin bu ilk yazısında İstanbul, Ankara ve İzmir gibi mega kentlerin dışındaki büyük şehirlerde ekolojik, sağlıklı, tasarruflu ve adaletli bir yaklaşım ile içme suyunu tamamen veya büyük oranda akiferlerden sağlama iddiasını tartışmaya açıyor. Bunu yaparken özelleştirmeyi, ticarileşmeyi, merkeziyetçiliği, hiyerarşiyi ve ataerkilliği dışlayan ekolojik ve sosyal çözüm önerilerini ele alıyor ve önerdiği çerçeveyi İstanbul, Diyarbakır ve Dersim örnekleri üzerinden yaptığı analiz ile temellendiriyor.

 

İçme suyu temininde barajlar tek çözüm mü?

Ercan Ayboğa

Bu sorunun cevabı elbette hayır. Egemen siyaset ve ana akım basının sıkça iddia ettiği gibi barajlar içme suyu için kaçınılmaz değildir. Olaya daha sorgulayıcı ve yakından bakarsak mevcut içme suyu barajlarının neredeyse hiçbirine gerek olmadığı anlaşılacaktır.

Evsel kullanım için en ideal su temini yer altından, yani akiferlerden [1] çıkarılan sudur. Bu kategoriye bildiğimiz geleneksel çeşmeler dâhildir. Bu yaklaşımın iki nedeni vardır. Birincisi, yeraltı suyu yeryüzü sularına göre birçok süzgeçten geçtiği için (yer altındaki toprak ve kayalar bunu sağlıyor) çok daha kalitelidir. Yeraltı suyunu normal şartlarda (yani kirletilmeme durumunda) ya hiç, ya da az arıtarak içebilirsiniz. Suyun hiç arıtılmaması ya da az arıtılmasının az enerji harcamak anlamına da geldiğini bu noktada belirtmekte fayda var. Ancak yeraltı suyunu birinci derecede tercih etmek, bu suyun sınırsız kullanıma açık olduğu anlamına gelmez. Yeraltı suyu kendisini yenileyebilecek kapasitede ve su seviyesinde düşüş olmayacak şekilde çıkarıldığında, akiferlerde uzun vadeli belli bir dengeyi tutturmak mümkündür. Zaten ekolojik bir su politikası da bunu gerekmektedir. 19./20. yüzyılda görülen hızlı sanayileşme ve aşırı kentleşmeye kadar dünyanın hemen hiç bir yerinde yeraltı sularında ciddi bir düşüş yoktu ve yerel topluluklar kendilerini örgütlediklerinde yeraltı suyuna erişimde ciddi herhangi bir sorun yaşamıyorlardı. Burada şunu da eklemek gerekir: Her alanda veya daha geniş coğrafyayı tanımlayan bölgede, yeraltı suyu doğal şartlarda bile yeterli miktar ve çekilebilir durumda olmayabilir. Yani tarih boyunca her coğrafya parçasında yeraltı suyu içebilir durumda değildi. Akarsular, göller veya yağmur sularının geleneksel olarak kullanıldığı coğrafya parçaların sayısı ise oldukça fazladır.

İkincisi, yüzey sularını sosyo-ekonomik hedefler (elektrik üretimi, sulama, içme suyu vs.) için aşırı derecede kullanmak demek, genellikle akarsulara set çekip suyun depolanmasını ya da çevrilip kanalize edilmesini gerektirmektedir. Yani bu yaygın olarak başta (HES’li veya HES’siz) baraj olmak üzere setlerin ve suyu çeviren su kanalları gibi ‘su yapıları’nın inşası anlamına gelmektedir. Toplulukların tarih boyunca geleneksel yöntemlerle (örneğin akarsuyun kıyısına yakın kurulan küçük çapta yapılarla) suyu çevirmesi burada eleştiri tahtasında değildir. Bir barajın kurulması, milyon yıllar içinde bugünkü hidromorfolojik (fiziki) yapısını oluşturan akarsuya ve su döngüsüne aşırı müdahale anlamına gelir. Bu da kaçınılmaz olarak çok ciddi boyutlarda sosyal ve ekolojik olumsuzluklar getirir. Dünyada 19. yüzyıldan bugüne kadar yapılan barajlardan dolayı 50 ile 90 milyon arası insan göç etmek zorunda kalmıştır. Sadece Türkiye Cumhuriyeti’nde bugüne kadar bu sayı yarım milyonu aştı ve göç edenlerin ezici çoğunluğu yoksulluğa itilmektedir. Yine inşa edilen barajların akış aşağı bölgelerinde yaşayan yüz milyonlarca insan olumsuz etkilenmekte, hatta bir kısmı zorla göçe itilmektedir. Bu zorunlu göçle toplumların kültürleri, ortak bellekleri ve uzun süre içinde gelişen sosyal yapıları da çoğu zaman silinmektedir. Ekolojik açıdan biyoçeşitlilik büyük bir kayba uğramaktadır. Zira biyoçeşitlilik açısından akarsu ekosistemleri en zengin bölgelerdir. Kapladığı alanda ve aşağı akım alanlarında yaşamı yok etme noktasına getirmesinin dışında baraj gölleri [2] yerel/bölgesel iklimi de çok etkilemektedir. Büyük barajlar toplumları ayrıca uzun vadeli olarak borçlandırmakta, küçük ve daha sosyal-ekolojik su ve enerji çözümlerini engellemekte, siyasi erk için bir tahakküm aracı haline gelmekte ve mevcut siyasi sınırlar içinde ve dışında siyasi-askeri çatışmaları körükleyebilmektedir. Çok sınırlı sayıda barajın yararlarının zararlarından fazla olması ve demokratik-sosyal-ekolojik açıdan normalin üstünde iyi işletilmiş olması kaideyi bozmaz.

Türkiye’de yaklaşık 25-30 yıl öncesine kadar en büyük üç kent dışında içme suyu temini ağırlıklı olarak yeraltı sularından sağlanıyordu. Yine toplam birkaç düzine orta ve büyük ölçekte baraj, ağırlıklı olarak elektrik üretimi ve sulama amaçlı kurulmuştu. Ancak kentlerin ve sanayinin hızlı büyümesi ve tarımda sulamanın aşırı derecede artması ile durum değişmeye başladı. Son on yılların tüm hükümetleri, kentlilerin büyüyen içme suyu krizini en iyi ve köklü şekilde büyük barajlarla oluşturulan suni göllerle çözüleceğini daha sık söylemeye başlayıp, ana akım basının da bu temelde yönlendirmesiyle çok sayıda barajın kurulmasını kolaylaştırdılar. İstanbul, Ankara ve İzmir’in yanı sıra yarım milyonu aşan şehirlerin birçoğuna barajlarla su sağlanmaya başlandı. Toplumun önemli bir kısmında son 15 yılda yıkıcı baraj ve HES’lere karşı tepkinin artmasına rağmen, içme amaçlı barajlar eleştiri tahtasına ciddi bir şekilde oturmadı. Hükümetler ve ana akım basının içme suyu vurgusuna ya inanıldı, ya bu konu önemsiz bulundu ya da alternatif bulunamadığı için susuldu. Barajlar gündeme getirildiğinde başka çözümler ne merkezi hükümet ve yerel yönetimler, ne de sivil toplum tarafından tartışıldı. Sulama barajlarına karşı eleştirileri bazı hareket ve STK’ların faaliyetlerinde çoğu zaman kapsamlı olmasa da bulabilirsiniz, ama içme suyu konusunda eleştirel yazılara rastlamak neredeyse mümkün değil. Birinci amacı içme suyu olan baraj projeleri de eleştirilip tartışılmalıdır. Konuya yakından bakarsak, neredeyse bütün bu projeleri sorgulayabiliriz.

 

Sorgulayıcı bakarsak…

İçinde yaşadığımız toplumda kentlerin içme suyunun sağlanması için baraj talep edenlerin en başta amaçlarını sorgulamak gerekir. Tespit edilmesi gereken öncelikle merkezi hükümet ve yerel yönetimler tarafından yeni barajları meşrulaştıran ifadeler ve yükselen talebin gerçekten yüzde kaçının evsel kullanım için olduğudur. Bu çok kritik bir soru. Çünkü çoğu zaman hafif ve ağır sanayinin (su talebi yüksek olan işyerlerini de aynı kategoride sayabiliriz) payı kente verilen içme suyu içinde çok yüksektir, hatta bazı şehirlerde kullanılan içme suyu payının çoğunluğunu da oluşturabilmektedir. Sanayinin gelişkin olduğu kent ve bölgelerde sanayi, içme suyunun çoğunu kullanır ve kirlettikten sonra yeniden su döngüsüne verir. Böylece su varlıklarındaki ciddi oranda kirlilik artar ve bu durum havza boyutunda genel olarak su krizinin büyümesine neden olur. Sanayisi gelişkin ülke ve bölgelerde (İstanbul gibi) sanayinin, sulamaya dayanan endüstriyel tarım kadar su talep ettiğini dikkate alırsak, önemli bir sorun ile karşı karşıya kalırız. Bundan dolayı da sanayinin kullandığı suyun içme suyu sisteminden sağlanması, önüne geçilmesi gereken bir durumdur.

Sanayi kullandığı suyun niteliğinin yüksek olmasını bir kaç nedenden dolayı ister. Sanayi içme suyu su sisteminden su alırsa hem bu suyun arıtılması (iki yönlü düşünmek gerekir; suyun kalitesini arttırmak ve atık suyun arıtılıp akarsu veya yeraltı sularına geri verilmesi) için hiç bir katkı yapmayacak, hem de çok ucuza su alacaktır. Ayrıca bu kategoriden su alınca, olası su sıkıntısında ya da su kesintisinden en son etkilenecek grupta yer alacaktır. Bunun nedeni şudur: Yerel ve/veya merkezi yönetimler, genel su sıkıntısı durumunda önce tarım, sanayi veya başka su kategorilerindeki suyu keser ve gerçek evsel kullanım ile aynı kategoriden su alan sanayi ise bu kesintilerden etkilenmez.

Sanayinin içme suyu talebi, yerleşim yerlerinin içme suyu miktarına eklenince, ihtiyaç duyulan su miktarı artar. Bu durum, daha fazla barajın inşa edilmesi ile paralel yürüyen bir süreçtir. Bir baraj ile hem kolay şekilde büyük miktarda su sağlanıyor hem de büyük yatırımların önü açılıyor. Bu tür baraj yatırımlarından en çok inşaat sektörü ek bir kazanç sağlıyor.

Bu yazılandan içme suyu amaçlı barajların kategorik olarak asla yapılmaması gibi sonuç çıkarmıyoruz. Ancak olması gereken, her bir içme suyu barajı projesinin sorgulanması ve gerçek talep ve ihtiyacın ve beklenen sosyal-ekolojik etkilerin kapsamlı ve eleştirel bir şekilde ortaya çıkarılmasıdır. Kentlerin içme suyu için baraj talep edenlerin amaçları çoğu zaman gerçek ihtiyaç ve kullanımla alakalı değildir. Bu projeler daha çok sanayi, inşaat sektörü ve neoliberal-modernist siyasi çevrenin çıkarları doğrultusunda talep edilmektedir. Bunu genellikle Türkiye ve İspanya gibi ülkelerde tespit edebiliyoruz.

 

Çözüm önerileri

Her şeyden önce merkezi düzeyde alınan siyasi kararlar ve uygulamalarla toplumda su kullanımının arttırılmaması ve hatta uzun vadede su kullanımının düşürülmesi lazım. Bunu daha genel bir çerçeveye oturtursak; enerji ve madde tüketiminde ciddi bir düşüş gerçekleşirse su tüketimi de düşmüş olacaktır. Böyle bir düşüşün gerçekleştirilmesi ancak ulaşım, kentleşme, konut, beslenme ve turizm alanlarında uzun vadeli köklü politik değişikliklere gitmekle mümkündür. Bunun başka bir anlamı da egemen kapitalist, yatırımı arttıran ve ‘kalkınmacı’ ekonomik ve siyasi ilişkilerin aşılıp daha eşitlikçi, dayanışmacı ve ekolojik bir toplumun geliştirilmesidir. Hedeflenen böylesi bir topluma yol almak için genel hedef ve ilkelerin ifade edilmesi yeterli değildir. Somuta inen öneri ve tartışmalar da ihtiyaçtır. Bu bağlamda konuya ilişkin yukarıdaki eleştiriden sonra aşağıdaki çözüm önerileri getirmekteyiz.

Uzun vadeli izlenmesi gereken ve çok kritik olan politika hedeflerinden biri, sürekli büyüyen kentleşmenin durdurulması, kentlerin ekolojik dönüşümünün sağlanması ve sonraki aşama olarak kentlilerin bir kısmının küçük yerleşim yerlerine dönüşünün teşvik edilmesidir. Bu çok zor bir hedef olsa da kaçınılmazdır. Bunun gerçekleştirilmesi için gereken çaba gösterilip çözümler geliştirilmelidir. Dünyada bazı devletlerde (sanayileşmiş olmayanlarda da) kentleşme başarılı bir şekilde sınırlı tutulabiliyor. Türkiye gibi diğer devletlerin bu olumlu örneklerden ders çıkarması gerekir.

Aşağıda sıraladığımız çözüm önerilerinin temelinde sosyal ve ekolojik bir yaklaşım var. Bu yaklaşım özelleştirmeyi, ticarileşmeyi, merkeziyetçiliği, hiyerarşiyi ve ataerkilliği dışlıyor.

1) En başta atılması gereken somut adım, sanayinin (en azından sanayi bölgelerinde olan işletmeler ve bu bölgelerin dışında büyük ve orta sanayi kuruluşları ve işyerleri) kullandığı suyu kentin içme suyu sisteminden mümkün oldukça ayırmaktır. Bu durumda kente temiz içme niteliğinde gelmesi gelen su miktarında ciddi düşüş gerçekleşir. Böylece baraj kurmak isteyen çıkar gruplarınca iddia edilen su miktarının abartılı olduğu ortaya çıkar ve talep edilen baraj(lar)ın kurulmasına gerek kalmaz. Peki, böyle bir siyasi yaklaşım gösterilirse sanayi su ihtiyacını nasıl karşılayacak? Sanayi kentin atık suyunu (arıtarak), yağmur suyunu veya başka temiz olmayan su kaynaklarını (yeryüzü ve kirletilmiş yeraltı suyu gibi) kullanabilir. Böylece hem gereksiz baraj kurulmaz, daha az temiz su kirletilir ve ekolojik-sosyal tahribat önlenmiş olur, hem de yerel yönetimin giderleri artmamış olur.

2) İkinci alınması gereken önlem su borularındaki kayıp miktarlarının düşürülmesidir. Türkiye’de mevcut kayıplar çoğu zaman %25-50 arasında değişmektedir. Son yıllarda belli başarı elde edilse de, oranlar halen çok yüksektir. Bunun için gerekli olan mali yatırım ilk etapta yüksek görünse de, uzun vadeli ekonomik ve ekolojik çıkarlar açısından acilen gereklidir. Bu noktada egemen ekonomik şartlardan dolayı birçok büyük kentin su kaybını belli bir oranda (Barselona’da örneğin % 30) tutup, düşürmek istemediğini belirtmek gerekir. Çünkü böylesi durumlarda yerel yönetim açısından yapılacak yatırım su kaybını düşürmekten daha pahalıdır (kayıplara yönelik yatırımlarda teşvik ve krediler çok daha zor sağlanıyor). Bununla birlikte bazı şehirlerde yaygın olan suyun kaçak kullanımı meselesi var. Kaçak su kullananların başında ise sanayi tesisleri ve işyerleri geliyor. Evsel amaçlı kaçak su kullanımı bunların yanında devede kulak kalmaktadır.

3) Henüz hayata pek geçmemiş bir öneri ise kentlerin atık suyunun arıtıldıktan sonra akiferlere verilmesi ve tekrar yükselen yeraltı su seviyesi sayesinde daha fazla yeraltı suyunun içme amaçlı kullanılmasıdır. Bunun avantajı baraj gibi büyük projelerin önüne geçilmiş olması, şirketlere rant sağlanmaması ve ekolojik-sosyal tahribatın engellenmesidir. İyi bir örnek Bask ülkesindeki Gasteiz (Vitoria) kentidir. Yıllar önce yapılan tartışmalar sonucu bir baraj projesinden vazgeçilmiş, kentin atık suları daha iyi bir kalitede arıtılmış, bu arıtılmış su, içme suyunun çıkarıldığı bölgede yeraltına enfiltre edilmiş ve kente verilen içme amaçlı yeraltı suyunda ciddi bir artış sağlanmıştı.

4) İçme suyu kullanımında kentlerdeki insanların evsel suyu daha az israfla kullanması da dikkate alınmadır.  Bu da daha bilinçli su kullanımı (bahçe sulaması, araçların daha az yıkanması, muslukların boşa akıtılmaması gibi), iyi bir teknik alt yapı ve tarifeli fiyatlandırma sistemleri ile mümkündür. Ancak halen bazı kesimler tarafından dile getirildiği gibi evsel kullanımda daha bilinçli bir yaklaşıma ve daha tasarrufçu bir tekniğe rağmen kent boyutunda tasarruf çok sınırlı kalabilmektedir. Özellikle bir kentte sanayi gelişkinse bu potansiyelin oranı önemsiz olabilir. Asıl atılabilecek adımlar, bu makalede sıralanan diğer adımlardır.

5) Yine sosyal-ekolojik açıdan çok tartışılan bir öneri de denizdeki tuzlu suyun arıtılmasının (desalinasyon) ek içme suyu kaynağı olarak çok özel şartlar altında kullanılmasıdır. Desalinasyon sistemleri, çok yüksek oranda enerjiye ihtiyaç duyduğundan çok tartışmalı yöntemler arasındadır. Son yıllarda desalinasyon sistemlerinin kurulma ve işletme maliyetinde kısmi düşüşler sağlanmış olsa da bu sistemler halen çok pahalıdır. Buna rağmen desalinasyonun önerilmesinin nedeni arıtılacak suyun temel kullanımdan ziyade pik zamanlar için kullanılmasıdır (modüler olarak). Kurak ve yarı kurak bölgelerde, bazı büyük kentlerde temel su kullanımı ile pik zamanlar arasında ciddi fark vardır ve bu açığın karşılanmasında eğer diğer tüm arayışlar (yeraltı suyu, baraj, yağmur vs.) ya ekolojik, ekonomik ya da fiziki nedenlerden dolayı tercih edilmiyorsa, desalinasyon bir seçenek olarak değerlendirilebilir. Bu yöntemle sınırlı oranda bitki ve hayvan türü etkilenmektedir (desalinasyon sistemlerinin bazı hassas biyolojik bölgelerde kurulmaması şarttır). Aynı miktar su için baraj ile desalinasyon yöntemleri karşılaştırılırsa ve sadece işletme ve inşa maliyetine bakılırsa, baraj daha ucuz bir yöntemdir. Ancak uzun vadeli sosyal ve ekolojik zararları dahil edersek, bir baraj daha zararlı olabilir. Egemen olan dar ekonomik bakış ile hareket edilirse yerel yönetimler barajdan yana tercihini yapar. Bu tercihin en önemli nedeni, merkezi hükümet ve finans kuruluşlarının yerel/bölgesel yönetimlere barajın yapılması için çok daha kolay kredi verebilmesidir. Oysa bir barajın inşa maliyeti çok daha yüksek, desalinasyon ona göre daha ucuzdur. Ancak desalinasyonun işletme maliyeti bir baraja göre çok daha yüksektir. Eğer desalinasyon sadece pik zamanlarda kullanılacaksa ve böylece bir barajın inşası engellenecekse, sadece işletme zamanı için enerjinin harcanması kabul edilir düzeyde olabilir. Desalinasyon önerisini kısaca şöyle de özetleyebiliriz: Eğer bir büyük kentin suyu için bir barajın yapılması kaçınılmaz ise, o zaman desalinasyon önerisinin değerlendirilmesi gündeme alınabilir. Desalinasyonun Türkiye’de herhangi bir şehir için geçerli bir çözüm olduğunu düşünmüyoruz.

 

Örnekler

En başta İstanbul örneğini ele alalım. İstanbul, Türkiye şartlarına göre orta-yüksek düzeyde, yeraltı suyu seviyesi ise orta oranda olan bir coğrafyada yer alıyor. Ancak sorun 17 milyonu geçkin bir nüfusun küçük bir alanda yaşamasıdır ve bu durum bir dizi başka yanlış politikaların da uygulanması sonucu İstanbul’daki su krizini ortaya çıkarmaktadır. İstanbul’da, kentin yaklaşık iki bin yıldır büyük şehirler arasında yer alması sonucu hep bir su sorunu yaşanmıştır. Belgrad ormanlarından sular kente taşınmıştır. Bunun en gözle görülür yapısal kanıtı tarihi su kemeridir.

20 yy. ile bu sorun daha da artmaya başladı ve içme suyunun çoğu on yıllar önce iki yarım adanın kuzeyinde inşa edilen barajlardan elde edilmeye başlandı. Önce musluklardan gelen su halk tarafından içilmemeye başlandı, sonra da su kesintileri arttı. Artan zorluklar karşısında yerel yönetim farklı çözümler aramayı on yıllar boyunca ihmal etti ve öngörülü çalışma ve planlamalara girişmedi. Büyük su krizi 2000’li yıllarda tüm açıklığı ile kendisini gösterince, merkezi hükümetlerle birlikte 180 km uzaktaki bazı akarsuların debisinin önemli bir kısmı İstanbul’a çevrilip çok uzaklarda barajlar yapmaya başlandı. Bir canavar gibi İstanbul, merkezi hükümetle ortaklık içinde başta akarsular olmak üzere çevresindeki su varlıklarını kurutuyor ve hiç bir sorun çözülmüyor. Bu yönüyle İstanbul, Mexico City, Paris, Barselona ve Tahran’a benzemektedir.

icme-suyu-barajlar-2

İstanbul’daki en temel sorun açıkça ortadadır. Bu kadar insanın bir arada yaşamaması gerekir. Yani sorun aşırı kentleşmedir. İstanbul’da çok somut yapılacak işlerden biri, yukarıda saydığımız adımların uygulamasını tartışıp ihtiyaca göre uygulamaktır. Yani sanayi suyunu içme suyundan ayırmak, su kaybını daha da düşürmek, arıtılmış atık suları akiferlere infiltre etmek (eğer yüzey geçersiz bir tabaka ise enjekte etmek), daha etkin bir tarifeli sisteme geçmek ve az da katkısı olsa evsel su kullanımı düşürmektir. İstanbul’da ilaveten alınacak önlemler şunlar olabilir: Sanayinin bir kısmının başka illere taşınması ve içme suyunun pet şişelere konulup satılmasının (örneğin Hamidiye suyunun satılmasının) sınırlandırılması ve içme suyu sistemine verilmesi. Ayrıca mutlaka içme suyu arıtma tesislerini iyileştirmek gerekir ki vatandaş musluk suyunu onyıllar sonra tekrar içmeye başlayabilsin.

Tüm bunlar yeterli değilse bir veya birkaç tane desalinasyon tesisinin kurulması tartışılabilir. Desalinasyon İstanbul’a uygun olmadığı için önerilmemektedir. Bunun nedeni pik zamanlarda su kullanımının mevcut baraj göllerden sağlanabilmesi ve öncelikle diğer önerilen adımların atılmasının gerekliliğidir.

Diyarbakır (Amed) örneği biraz daha farklıdır. Şehrin bulunduğu ovanın yağışı biraz düşüktür. Ancak 40-100 km uzaklıktaki dağlarda (özellikle Karacadağ ve Doğu Toros) yağış miktarının yüksek olmasından dolayı yeraltı suyu seviyesi 20-30 yıl öncesine kadar iyi bir durumdaydı. Nitekim kentin içme suyunun hepsi 2004’e kadar yakınlarda bulunan 3-4 su kaynağından sağlanıyordu. Diyarbakır’ın şu anki yerinde kurulup, iki bin yıl önce bile bölgenin merkez şehirlerinden biri olmasının en temel nedenlerinden biri bugünkü kentin içinde bulunan bu doğal su kaynaklarıdır. Dicle Nehri, hiç bir zaman içme suyu temini için kullanılmadığı ve bugünlerde kalitesi iyice düştüğü için içme suyu tartışmalarında dikkate alınmıyor.

Kent ‘90’lardan itibaren çok hızlı büyüdüğü ve Diyarbakır ovasındaki çiftçiler yeraltı suyunu büyük miktarlarda yeni ve ucuz sondaj motorlarla çektiği için akiferlerin küçülmesi sonucu içme suyunun temini ağırlıklı olarak Dicle Nehri üzerinde 2000 yılında kurulan Dicle Barajı’ndan sağlanmaya başlamıştır. Bugün sadece Suriçi bölgesi eskiden beri kullanılan suyu içmektedir ve büyük farkla çok daha kaliteli bir suya sahiptir. Bununla birlikte içme ve atık suyu sistemi de en baştan kurulmuştur. Bu çalışmalar merkezi hükümete bağlı DSİ ve yabancı hibe kuruluşlarıyla birlikte planlanıp uygulanmıştır. Yerel yönetim bu projeye hiç itiraz etmemiş, aksine gerçekleşmesi için elinden geleni yapmıştır. Bu da kolay yoldan içme su ihtiyacının karşılanması yaklaşımının bir sonucudur.

Daha akılcı bir yönetimle Diyarbakır’ın mevcut nüfusu için gereken suyun hepsi – veya en azından çoğu – şehre yakın su kaynakları ve yeraltı suyundan temin edilebilir ve Dicle Barajı’na ihtiyaç olmayabilir. Yukarda saydığımız ilk dört öneri ile bunun gerçekleşmemesi için hiç bir neden yoktur. Bununla birlikte, Diyarbakır ovasında yer altından çıkarılan veya sulama amaçlı kurulan barajlardan alınan suda ciddi düşüşün gerçekleşmesi önemlidir.

Halkın az su kullanması şu teknik, siyasi ve sosyal mekanizmalarla sağlanabilir: Kayıpların engellenmesi, günlük kişi başına 100 litre ücretsiz su verilmesi ve onun üstünün yüksek fiyata verilmesi (yani kademeli tarifendirme sistemi), sanayi ve ticari alanlara yüksek fiyattan su verilmesi, eğitim faaliyetleri, gereksiz bahçe sulaması ve özel araç yıkanmasının sınırlandırılması. Bununla birlikte özellikle yarı-kurak bölgeler dışında (Karadeniz ve kıyı bölgelerin dışındaki bütün bölgeler) kent çevresinde ve özellikle yeraltı suyunun çıkarıldığı havzalarda yanlış (vahşi sulama gibi) ve gereksiz (planlanan tarım alanların çoğunun sulanması hedefinden vazgeçilmesi ve mevcut sulanan alanların bir kısmını sulamadan çıkarılması) sulamaların sınırlandırılması gerekmektedir. Bu son nokta birçok yerel yönetimin tek başına içme suyu sorununu çözemeyeceğini ve genel yasal ve finansal çerçeveyi belirleyen merkezi hükümetlerin belirleyiciliğini gösteriyor. Diyarbakır örneği bize barajlarla içme suyu temin etmenin kolaycı bir çözüm olduğunu ve daha ekolojik ve az maliyetli başka çözümleri engellediğini gösteriyor.

Bir başka örnek olan Dersim ise 32 bin kişilik küçük bir şehirdir. Bu kent içme su ihtiyacını iki doğal su kaynağından sağlar. Bu şehir geçen yıllarda asbest içeren su boruları ile içme ve atık su sistemi (atık su arıtma tesisi) gibi bazı sorunlarını çözebildiği için bugün birçok şehre nazaran daha iyi bir konumdadır. Çözmesi gereken sorunlardan biri içme suyu arıtmasını geliştirip su kalitesini arttırmasıdır. 2014 yılı yazında görülen su kesintisi – ki daha önce çok nadir olmuştu – ile şehirde bazı kesimler, Munzur Nehri’nin de il merkezi için kullanılmasını talep etmeye başladı. Buna karşı çıkanlar haklı olarak önce su kayıplarını azaltıp özellikle kademeli su fiyatlandırması uygulamasını ve su kullanım miktarının azaltılmasını öneriyorlar.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da Dersim gibi nüfusu çok yavaş artan ve çok kurak bölgede bulunmayan yüzlerce şehir su sorununu çok rahat çözebilir.

 

Sonuç ve tartışma

Özellikle Dersim ve Diyarbakır örneğinden anlaşılabileceği gibi içme suyu temini normal şartlarda tamamen yeraltı sularından (buna doğal olarak karstik nedenlerden dolayı belli noktalarda yeryüzüne çıkan yeraltı suları dâhildir) sağlanabilir. Ancak Türkiye’de ve dünyanın çoğu devletinde kentleşme ve kentlerdeki sanayileşme hızla devam ettiği için milyonların yaşadığı ve büyük miktarda suya ihtiyaç duyan büyük kentlerin bunu başarması gittikçe zorlaşmaktadır. Yine de büyük oranda yukardaki öneriler temel alınırsa içme suyu sağlıklı ve doğaya minimum zarar verecek şekilde sağlanabilir.

Ekonomik sistem az veya tamamen sömürüsüz olup, dayanışmacı bir toplumda herkes temel haklara (iş, konut, beslenme, su, enerji, eğitim, sağlık, kültür vs.) engelsiz erişebilirse, pek kimsenin kentlere göç etmesine ve bu kentlerin büyümesine gerek kalmaz. Eğer bir ülkede kentleşme oranı yüksek ise, orada birçok şey yanlış uygulanıyor demektir; toplumda haksızlık ve adaletsizlik vardır.

İstanbul, Ankara ve İzmir gibi mega kentlerin dışındaki büyük şehirlerde ekolojik, sağlıklı, tasarruflu ve adaletli bir yaklaşım ile içme suyunu tamamen veya büyük oranda akiferlerden sağlama iddiasını burada tartışmaya açıyoruz. Bu belirleme özellikle Türkiye’de nüfusu 2 milyonu geçmeyen kentler için geçerli. Böyle bir politikanın uygulanabilirliği için elbette belli seviyede demokratik karar mekanizmasına, sosyal-ekolojik bir yaklaşıma ve bunu destekleyen bir ekonomi/finans mekanizmasına ihtiyaç vardır. Bu da maalesef devlette ve çoğu yerel yönetimde bulunmuyor. Burada sorumluluğu daha çok merkezi yönetimde gördüğümüzü belirtelim. Çünkü yasal ve mali çerçevenin belirlenmesinde ve kentlerin kırsaldan kente göç sonucu büyümesinde merkezi hükümet birinci dereceden sorumludur.

Türkiye devleti siyasal sisteminde yüzey ve yer altı sularıyla ilgili bütün kararlar hükümete bağlı Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından verilmektedir. Ve DSİ maalesef tamamen olumsuz olarak tanımladığımız bir yaklaşım göstermekte ve büyüyen kentlerin yerel yönetimlerine içme suyunu, kurduğu veya kuracağı baraj göllerinden temin etmesini genelde tek alternatif olarak sunup kabul ettirmektedir. DSİ’nin ya tamamen ya da büyük oranda finanse ettiği ve çok amaçlı olarak işlettiği barajlara ‘su sıkıntısı çeken yerel yönetimlerin evet demesi genelde gerçekleşiyor. Bunun nedeni büyük oranda şunlar: Kentlerde içme ve atık su sistemleri kötü durumda ve acil çözümler aranılmaktadır. Yerel yönetimlerin mali, personel ve teknik kapasitesi kısıtlı olduğundan DSİ’nin bu yatırımı yapması kendileri açısından rahattır. Ayrıca yerel yönetimlerde yer altı içme suyunun çok daha kaliteli ve sağlıklı olduğu bilinci eksiktir. Bir tek ‘kaynaktan’ içme suyu sorununu çözmek daha cazip gelmekte ve bunun kontrolü daha rahat sağlanmaktadır.

Su ihtiyacını sosyal, demokratik ve ekolojik olarak çözen bir kent, apayrı bir yaşam kalitesini nüfusuna verebilir ve daha büyük çapta yeni bir ekolojik-sosyal su politikasının geliştirilmesinde ön ayak olabilir.

 

Ercan Ayboğa

Su Hakkı Kampanyası

Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi

Mezopotamya Ekoloji Hareketi

 

[1]   Akifer = Yeraltı suyunun bulunduğu tabaka. Yer altında birden fazla böyle tabaka jeolojik şartlara göre bulunabilinmektedir.

[2]   Baraj gölleri ile 5 metreden yüksek göletler de kastediliyor.

Photo 1: Matt

Photo 2: Massmo Relsig