İstanbul’un büyüyen su sorunu

SuHakkiKampanyasi-photo-21032015-webSu Hakkı Kampanyası bugün (21 Mart Cumartesi) Prof. Dr. Levent Kurnaz ve Dr. Akgün İlhan’ın katılımı ile İstanbul’un büyüyen su sorununu hakkında bir basın toplantısı düzenledi. Nuran Yüce’nin moderasyonunu yaptığı toplantıda 22 Mart Dünya Su Günü çerçevesinde dünyada ve Türkiye’de derinleşen su krizi ve buna dönük çözüm önerileri ele alındı.
“Su varlıklarını korumak için ve tüm canlıların suya eşit ve adil erişimi sağlamak için temel bir paradigma değişimi gerekiyor. Su bir ihtiyaç maddesi değildir. Tüm canlıların ve insanların yaşam kaynağıdır ve ortak kamusal varlığımızdır. Su, aynı zamanda temel bir insan hakkıdır. Su hizmetlerinin tekrar kamunun sorumluluk alanına dahil edilmesi ve demokratik, katılımcı bir su yönetiminin gelişmesi, su krizini gerçek manada çözecek temel adımlar olacaktır. “Neoliberal politikalardan başka bir alternatifiniz yok” diyenlere karşı “hayır başka çözümlerimiz var” diyoruz. Bugün Dünya Su Günü’nde kâr için değil yaşam için su diyoruz.” denilen açıklamanın ardından, Prof. Dr. Levent Kurnaz ve Dr. Akgün İlhan Su Hakkı Kampanyası tarafından geçtiğimiz ay kamuoyuna duyurulan “İstanbul’un su krizi ve kolektif çözüm önerileri” başlıklı rapora ilişkin soruları yanıtladı.

suhakki_logo

Su Hakkı Kampanyası – Basın Açıklaması

21 Mart 2015, İstanbul

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun, dünya genelinde içilebilir temiz suya erişimde yaşanan sorunlara dikkat çekmek, içilebilir su varlıklarının korunması ve artırılması konusunda somut adımların atılmasını sağlamak için 22 Mart’ı “Dünya Su Günü” olarak ilan etmesinin üzerinden 22 yıl geçti.

Su sorunu bu 22 yıl içinde azalmadığı gibi daha da büyüdü.

2015 yılına kadar suya erişemeyen insan sayısının yarıya indirilmesi hedeflenmişti. Hala dünya nüfusunun dörtte biri temiz suya erişemiyor. Üstelik Dünya Sağlık Örgütü’ne göre bu oranın önümüzdeki yirmi sene içinde artacağı ve dünya nüfusunun yaklaşık yarısının suya erişimde ciddi sıkıntılar çekeceği tahmin ediliyor. Hala her sekiz saniyede bir çocuk, kirli su içtiği için ölüyor ve hastalıkların %80’i kirli su kullanımından kaynaklanıyor. Sıtma, AIDS, savaşlar ve trafik kazalarının toplamından daha çok sayıda çocuğun ölümüne kirli su neden oluyor.

Dünyanın her yerinde havzalar büyüyen bir baskı altında. İnsan ve canlı türlerinin hayatta kalmasını sağlayan tatlı su varlıkları bir yandan endüstriyel faaliyetler ve enerji projeleri ile kirlenip tükeniyor, bir yandan da iklim değişikliğinden negatif olarak etkileniyor. Bilimsel raporların sonuçları, su varlıklarının yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor.

Ekonomik ve sosyal açıdan tüm yaşamı suya bağlı olan kırsal nüfus, su krizinden en fazla etkilenen kesimi oluşturmakta. Bu nedenle suları her gün HES’lerle, kömürle, madencilikle gasp edilenlerin isyanına tanık oluyoruz. Sularının gasp edilmesi, bu insanlara yaşam alanlarını terk etmek ve büyük şehirlerde daha yoksul bir hayat sürmekten başka bir seçenek bırakmıyor. Ama su krizi sadece kırsal kesim için değil, şehirlerde yaşayanlar için de giderek büyüyen bir sorun.

BM’nin Dünya Kentleşme Beklentileri Raporu’na göre, 2050’de dünya nüfusunun %64’ünün kentlerde yaşayacağı öngörülüyor. Nüfusu 100 binin üzerinde olan şehirlerin %50’si hâlihazırda su kıtlığı yaşayan bölgelerde yer alıyor. Ve daha da kötüsü, su, toprak ve hava açısından doğal ekolojik sınırlarını çoktan aşmış; nüfusu birkaç on milyonu geçen mega kentler bilinçli olarak daha da büyütülmeye çalışılıyor. Bu kentlerde yaşayan insanların su ihtiyacının karşılanması ve suyun kesintisiz olarak musluklardan sağlanması, var olan paradigma içinde giderek zorlaşıyor.

Büyüyen bu su krizi karşısında su krizinin asıl sorumlularının yaptığı ise, tüm canlılar açısından yaşamsal önem ifade eden “su hakkı” kavramı yerine, suyun “bir ihtiyaç maddesi” olduğu önermesini ikame etmek oldu. Kavramsal düzeyde yapılan bu ufak değişikliğin sonucunda, su varlıkları ve su hizmetleri herhangi bir ihtiyaç maddesi gibi piyasa koşullarında temin edilebilecek ve dolayısıyla şirketlerin bundan kâr edebileceği bir meta haline dönüştürüldü.

Otuz yıldır uygulanan piyasa merkezli politikaların sonucunda su varlıkları daha fazla tükendi, daha fazla kirlendi, ambalajlı su şirketleri daha fazla kâr elde etti ve birer ticarethaneye dönüştürülen yerel yönetimlerin gelir kalemlerinden biri de su hizmetleri oldu.

Neoliberal politikalar sonucunda pahalanan ve kalitesi düşen su hizmetlerinin yarattığı su kriziyle bireyler olarak baş etmemiz bekleniyor. Krizin oluşmasından bizzat sorumlu olanlar, krizin faturasını üstlenmemizi istiyorlar. Krizin faturasını üstlenmeyeceğiz. Su krizinin oluşmasına neden olan mekanizmayı, bundan bizatihi sorumlu olanları ve krizden kâr elde edenleri görünmez kılmayacağız.

Su tasarrufunu daha kısa duş sürelerine, diş fırçalarken suyu kapamaya indirgeyen, ama bir yandan da şehirlerin ekolojik sınırlarını zorlayan projeleri hayata geçiren yönetimler, artan su ihtiyacını farklı havzalardan borularla taşıyarak çözemez. İklim değişikliğinin yaşadığımız coğrafyadaki kuraklığı arttıracağına dair bilimsel verileri hiç ciddiye almayarak yeni barajlar kuran zihniyetin su krizini çözmekten uzak olduğu çok açık. “Su akar Türk bakar devri kapandı” diyerek suyu ekonomik bir meta haline getirenler ve daha fazla su tüketimi üzerinden daha fazla gelir elde etmeye çalışanlar su krizini ancak daha da derinleştirebilir.

Oysa su krizini çözmek mümkün! Suyun tasarrufu ve verimli kullanımını hedefleyen; kâr değil, insan ve doğa diyen kolektif çözümler üretebiliriz ve bunları hayata geçirebiliriz. Bu yıl Dünya Su Günü’nde biz Su Hakkı Kampanyası olarak bu çözüm önerilerini dile getiriyoruz.

Su varlıklarını mutlak korumamız gerekiyor. Kentler ekolojik limitleri gözetilerek gelişmeli. Kentlerde su tüketimini azaltmak için suyun fiyatını artıran, yani yoksulları cezalandıran değil, daha az kullananı ödüllendiren bir yöntem belirleyebiliriz. Bu yöntemin iki amacı olmalı: İnsani ihtiyaçları karşılamaya yetecek miktar ve kalitede suya erişimin ücretsiz olması ve su varlıklarının korunması için etkin bir tasarruf sağlanması. Kullanımın fiyatlandırılması, suyun bir insan hakkı olduğu ilkesine dayanmalı; dolayısıyla hanedeki kişilerin ihtiyaçları için belirlenen miktarda su ücretsiz olmalı. Bu miktarı aşan kullanım olduğunda ise, hanede kullanılan suyun tamamı ücretlendirilmeli. Böylece etkin bir su tasarrufu, insan hakkını ihlal etmeden gerçekleştirebilir. Gri suyun arıtılması ve yeniden kullanımı, yağmur suyu hasadı ve yeşil binalar gibi teknik yöntemler ile suyun en verimli şekilde kullanımını sağlayabiliriz.

Daha fazla sayıda baraj ve isale hattı yapıp havzalar arası su aktarımı yapmak; yağmur bombası, deniz suyundan temiz su elde etme veya yeraltı suyu çıkarma gibi yöntemler su arzını derinleştiren ve su krizini başka coğrafi bölgelere yayan yöntemlerdir. Oysa su iletim hatlarında %48 oranındaki kayıp oranı, su altyapıları yenilenerek azaltılabilir. Altyapının yenilenmesi sayesinde musluklardan temiz ve içilebilir lezzette su akması sağlanabilir. İçecek su ihtiyacımızı ekolojik ayak izi devasa olan ambalajlı su yerine, musluklardan karşılayabiliriz. Bu, biz vatandaşlar açısından hem daha ekonomik bir yöntem oluşturacak hem de su varlıklarının daha az tükenmesine yol açacaktır.

Su varlıklarını korumak için ve tüm canlıların suya eşit ve adil erişimi sağlamak için temel bir paradigma değişimi gerekiyor. Su bir ihtiyaç maddesi değildir. Tüm canlıların ve insanların yaşam kaynağıdır ve ortak kamusal varlığımızdır. Su, aynı zamanda temel bir insan hakkıdır. Su hizmetlerinin tekrar kamunun sorumluluk alanına dahil edilmesi ve demokratik, katılımcı bir su yönetiminin gelişmesi, su krizini gerçek manada çözecek temel adımlar olacaktır.

“Neoliberal politikalardan başka bir alternatifiniz yok” diyenlere karşı “hayır başka çözümlerimiz var” diyoruz. Bugün Dünya Su Günü’nde kâr için değil yaşam için su diyoruz.

Su Hakkı Kampanyası

21.03.2015

SuHakkiKampanyasi-photo-21032015-web