“HES çılgınlığı” – Yakup Okumuşoğlu ile söyleşi – Birinci bölüm

Türkiye’nin hidrolik potansiyelini yüzde yüz kullanmayı hedefleyen AKP hükümetinin uygulamaları; bugün neredeyse her bir nehrin üzerinde peşi sıra inşa edilen, suları kaynağından denize kadar hapseden, orta-büyük, mini-mikro ölçekli, toplamda sayıları binlerle ifade edilen hidroelektrik santrallerin yapımına yol açıyor. Yapılmak istenen bu irili ufaklı HES’ler için inşaat makinelerinin girdiği her bir vadiden de itiraz sesleri yükselmekte. Vadilerini, derelerini, yaşam alanlarını savunanlar inşaat makinelerinin önlerinde, derelerinin başlarında bir yandan nöbet tutarken bir yanda da hukuki olarak sürecin durdurulması için mücadele ediyorlar. İşte bu hukuki mücadelelerinin ilk başlatıcılarından birisi Av. Yakup Okumuşoğlu ile 2004’lerde başlayan “HES çılgınlığı” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Sadece HES’leri konuşmadık. HES’lerden suyun özelleştirilmesine, Türkiye’nin enerji ihtiyacından yenilenebilir enerji kaynaklarına, copy-paste ÇED raporlarından havza planlamasına, endüstrinin suya olan ihtiyacından su kaynaklarının korunmasına ve su hakkına kadar çok geniş bir yelpaze içinde yıllardır sürdürdüğü mücadelede edindiği deneyimleri bizimle paylaştığı için kendisine teşekkür ederiz.

 

Sizin isminiz geçtiğinde “derelerin avukatı” deniliyor. Ne zamandan beri derelerin avukatlığını yapmaya başladınız, kaç dava açtınız bize biraz bu süreçten bahseder misiniz?

Bir gazetede çıkan röportajın başlığında “derelerin avukatı” denilmişti. Başlık bu şekilde verilince bir süre adımız öyle kaldı. Açılan HES davalarının pek çoğunu ben açtım ama netice itibariyle bir tek ben dava açmıyorum. Benim bu süreç içinde açtığım davalarla beraber pek çok meslektaşımız da davalar açtı.

Benim bu süreç içinde yer almam, aslında Fırtına Vadisi ile başlar. Fırtına Vadisi’nde açtığımız dava ile HES’lerle ilgilenmeye başladım. Fırtına Vadisi davası 2004 yılında sonuçlandı. Ondan sonra 2005 yılında İkizdere’de Rüzgârlı ve Cevizlik hidrolik santralleri gündeme geldi. Biz o aşamaya kadar meseleyi çevre hukuku kapsamında değerlendirdik. Fakat 2005’ten sonra hemen her vadide, birbirinin peşi sıra pek çok proje gündeme gelince anladık ki, bu işin çevre hukuku ile çözümü mümkün değil. Anladık ki sistematik olarak bütün derelere “efendi” atanması gibi bir durum var. Anladık ki bu güne kadar kapitalizmin ulaşamadığı doğal yaşam alanlarına sıra gelmiş ve doğal yaşam alanları ticaretin konusu edilmekte. Gerçekten yaşadığımız bu süreçte firmalar yatırım adı altında adeta “su madenciliği” yaptılar ve damla damla akan dereler paylaşıldı. Diğer yandan ise vicdanlı erkekler, kadınlar bu akıl almaz uygulamaya karşı çıkmak için yargıya koştu. Biz de bu noktada bu dereleri adeta soykırıma uğratan bu uygulamaya karşı çıkmayı vicdani bir sorumluluk olarak değerlendirdik. Bizim bu sürece dahil olmamız bu şekilde gelişti.

Bu furyanın başlangıç tarihi nedir?

2004-2005 yıllarında başladı.

Bu tarihlerde ne oldu, ne değişti de bu furya başladı?

Değişen şu: 4628 sayılı yasa yürürlüğe girdi. 4628 sayılı yasa, enerji üretme işini özel sektöre devreden bir yasadır. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) ile beraber üçlü bir saç ayak oluşturuldu. Bu üçlü saç ayak üzerine kurulan bir enerji politikası var. Bir tarafta Devlet Su İşleri (DSİ) su kullanım hakkı anlaşmaları yapıyor, diğer tarafta EPDK elektrik üretim lisansları veriyor ve belli kıstaslara sahipse Çevresel Etki Değerlendirilmesi (ÇED) süreci o dönemde gerçekleşiyordu.

Mesela o dönemdeki ÇED yönetmeliğinde – bu yönetmelik 2008’de değişti – 10 MW ve altındaki hidrolik santraller ÇED’den muaftı. Şu anda sıfıra indirdiler. Sıfırdan 25 MW’a kadar olanlar Seçme Eleme Kriterlerine tabi. Yani proje tanıtım dosyası ve ÇED raporu anlamında hazırlık yapılması gerekiyor. 25 MW’ın üzeri 2008’den bu yana doğrudan ÇED sistemine bağlanmış vaziyette. O tarihte yani 2008 öncesinde 10 MW’la 50 MW arası Seçme Eleme Kriterlerine tabiydi. 50 MW üzerinde doğrudan doğruya ÇED raporu istiyorlardı. Hâlbuki kurulu güçlerinden bağımsız olarak bu santraller ister 5 MW kurulu güçte planlanmış olsun, ister 50 MW kurulu güçte planlanmış olsun inşaat tekniği ve inşa edilmesi gereken proje üniteleri açısından aynıdır. Her birisinde suyu taşımak zorundasınız; bunun için her birisinde suyu kilometrelerce ya kanala, ya tünele, ya boruya almak, yamaçlarda kilometrelerce servis yolu açmak, kilometrelerce orman kesmek, yüz binlerce ton hafriyat yapmak zorunluluğu var. Yani kurulu gücüne bakılmaksızın her birisinde; doğanın içinde, ormanın içinde, derenin içinde çok büyük çapta inşaat çalışmaları yapılması gerekmektedir. 2003 yılından 2008 yılına kadar çok sayıda 10 MW altında olan HES projesi “ÇED’den muaf” tutuldu. 10 MW-50 MW arası kurulu güçte planlanan yüzlerce HES projesine de “ÇED gerekli değildir” kararı verildi. Söz konusu HES’lerin çevresel etkileri doğru dürüst incelenmeden “yasak savar” bir anlayışla birbirinin kopyası Proje Tanıtım Dosyalarına, birbirinin kopyası ÇED raporlarına “olurlar” verildi. Bu “copy paste” ÇED süreci modelinde; doğal yaşam alanlarında “şahane katliamlar” yapıldı. Bu katliamları devlet de gördü, biz de gördük, halk da gördü. Maalesef idarenin harekete geçip bu işe bir son vermesini beklerken -üstelik mahkeme kararları ile tespit edilmiş hukuka aykırılıklara rağmen- yeniden yeniden ÇED süreçleri tekrarlanarak yeni idari işlemler yapıldı. Bütün bu süreçler bize idarenin çevreyi değil yatırımcıları koruduğunu gösterdi. Köylüler neler olup bittiğini, neleri kaybetmekte olduklarını; gözleri ile gördükten sonra, yaşayarak anladılar. Birileri yargı önünde mücadele ederken, peşi sıra diğer projelerin geldiğini, derelerin kaynağından denize kadar HES’lerle doldurulduğunu 2004-2006 döneminde anladık. Zaten peşi sıra gelen projelerle de sadece büyük derelerin değil, yazları kuruyan kışları bir iki litre su taşıyan dereciklerin de paket paket projeler kapsamına alındığını gördük. Bugün Türkiye’de olan; akan-akışı olan tüm akarsu-dere-dereciklerin satışıdır. Özelleştirilmesidir. Doğal alanların ticaretin konusu haline getirilmesidir.

Köylülerin durumdan haberdar olmaları, tüm izin süreçlerinin tamamlanmasından, lisanların alınmasından sonra yani nihai aşama olan inşaatın başlaması sırasında mı oldu?

2008 yılında değiştirilene kadar ÇED Yönetmeliğinde 10-50 MW arası kurulu güçteki HES’ler Seçme Eleme Kriterlerine tabi idi. Bu kapsama giren HES’ler için halka bilgi verme gibi bir prosedür işletilmediğinden halkın söz konusu projelerden haberi hiçbir şekilde olamıyordu. Projelerin %80-90’nı da bu kapsamda kaldığından halk evinin önüne iş makinesi gelene kadar projelerden haberdar olamıyordu. Bir sabah bir bakıyorsunuz, koca bir iş makinesi gelip evinizin önünde çalışmaya başlıyor. “Sen kimsin, ne yapıyorsun burada” diyene kadar kimse neler olup bittiğinin farkında değildi.

2008 yılında yönetmelikte değişikliğe gidildi ve 25 MW ve üstü kurulu güçler doğrudan ÇED raporuna tabi kılındı. Ama 2008 yılına kadar 25-50 MW gibi kurulu güçler için planlanan pek çok HES’in ÇED süreci tamamlandığından, halkın görüşü ve fikri alınmadan ÇED gerekli değildir kararları verilmiş oldu. 2008’de ÇED raporuna tabi olma kıstası 25 MW ve üstü kurulu güçlere çekildi ama 2008’den sonra zaten kalan derelerin debileri düşük olduğundan çok istisnai projelerde 25 MW üzerinde kurulu güce ulaşılabildi. Dolayısı ile tamamına bakılırsa çok az sayıda proje için ÇED raporu arandı. Yani 2008 yılına kadar 25 MW üstü kurulu güçteki santrallerin ÇED süreçleri halka bilgi vermeden bitmiş, geri kalan derelerin de debileri düşük olduğundan -25 MW ve altı kurulu güçte – halen de pek çok HES, ÇED raporu alınması kapsamı dışında kalmaktadır. Halen de pek çok HES’ten halkın haberi en son makineler köyüne geldiğinde olabilmektedir. Hatırlatmak gerekirse; 2008 yılına kadar 10 MW ve altı ÇED süreçlerinden muaf, 10-50 MW arası kurulu güçler Seçme Eleme Kriterlerine tabi ve bu sınırlar içindeki HES’ler için halka bilgi verme toplantısı yapılmaz, söz konusu projeler için “ÇED gereklidir ya da ÇED gerekli değildir” kararı verilmekte. 50 MW üstü kurulu güçler içinse ÇED raporu istenmekteydi. ÇED raporu istenmekte olan projelerde halka bilgi verme toplantısı yapılmaktaydı. Ancak bilindiği üzere, nehir tipi HES’lerde 50 MW ve üstü kurulu güç oluşturabileceğiniz çok sınırlı sayıda dere var. Ayrıca sadece dere de yeterli değil aynı zamanda yüksek bir düşü de oluşturabileceğiniz bir proje sahasına sahip olmanız gerekir ki bu şartları taşıyan az sayıda dere olduğundan ÇED raporu hazırlanan projelerde az sayıda kaldı. Yani genel olarak söylersek, bu dönemde planlanan HES’lerin nerede ise tamamına yakınında halka bilgi verilmeden süreç tamamlanmıştır. Halen de Rize-Artvin illeri kapsamı dışında planlanan HES’lerden halkın haberi olamamaktadır.

Köylüye neyi, nasıl yapacaklarının bilgilendirmesini yapmadan, onların onayını almadan süreci başlatıyorlar öyle mi?

Evet, ilk başlarda böyle başladılar. ÇED sisteminde 10 MW’a kadar olan bölüm zaten muaf, 50 MW’ın altında olanlar ön ÇED’e tabiydi. Yani Seçme Eleme Kriterlerine tabiydi ve o sistemin içinde halkı bilgilendirme toplantıları da yok. Dolayısıyla halkın hiçbir şeyden haberi olmuyor. Valilikler “ÇED gerekli değildir kararı verilmiştir” deyip şirketi gönderiyor vadiye. Verdiği kararı da kaymakamlığa, belediyeye gönderiyor. Ama bu kararlar muhtarların eline geçmiyor. Ne zaman şirket, makinesi ile köye geliyor, o zaman köylü anlayabildi ne olup ne bittiğini. Yaptığı ilk işte yargıya başvurmak oldu. Birbirleri ile tanışarak, görüşerek kendi mücadele deneyimlerini birbirlerine aktararak hemen her vadiden peş peşe yargıya başvurular başladı. Böylece sürekli artan, o vadiden o vadiye sirayet eden bir süreç başladı. Dereler kaynağından denize kadar HES’lerle doldurulmuş olduğundan idari süreci tamamlan her bir HES için yargıya başvuru düşünülmeye başlandı. Bildiğimize göre en son 660 civarında HES, Giresun –Trabzon-Artvin aksında var.

Bu 660 HES’i yapmayı planladıkları Giresun- Artvin arası kaç kilometredir?

Giresun ile Artvin arası en fazla 300 kilometredir. Her dereye ortalama 10 adet HES yapılıyor. Ayrıca ana kollardan bahsediyorum, yan kolları da katmıyorum işin içine. Daha sonra öğrendik, bu sayı 2000’lere ulaşıyor. Ki bu sayı orta ve büyük HES’leri kapsamakta. Bir de bunların dışında mikrolar var. Mikroları daha konuşmuyoruz bile. Mini ve mikro HES’ler de var, bunları hesaba katarsak on binleri bulacağı söyleniyor. Mini ve mikroların orta ve büyük HES’lerden farkı ne diyecek olursanız? Proje üniteleri yönünden hiçbir farkları yok. Ya aldıkları debi düşük ya da yükseklik farkı var.

İnşaat açısından mı herhangi bir farkı yok?

Projeleri açısından da bir farkları yok. Mini ve mikro projelerde yapacakları şey şu; yeteri kadar su olmadığı için 8-10 tane ufak dereyi toplayıp borularla, kanallarla kilometrelerce taşıyacaklar. Dolayısıyla mini ve mikro dediğimiz zaman insanlar şöyle algılıyor: Daha küçük, daha zararsız. Hayır, aksine onlar belki daha büyük zarar verecekler. Neden? Çünkü onlar âdeta vadilerin kılcal damarları. Dağlarda, ovaların içinde adeta kılcal damarlar gibi binlerce derecik var. Bu küçük dereler birbirlerini besliyor. Vadiye inen bir sürü kollar var. O kolları da besleyen pek çok küçük küçük sızıntı gibi akan dereler var. Onların her birisini borularla kanallarla bir araya getirmeyi planlıyorlar. Mesela bir tane vardı; 5,05 MW’lık Machael’de -üstelik biliyorsunuz biyosfer rezerv alanı- 11 tane derenin suyunu toplamayı planlamışlar. Biz gittik oraya, ortada dere yoktu. Derenin suyu iki parmak kalınlığında filan akıyor. Ve orada sözde debimetre takacaklar, sözde orada can suyu bırakacaklardı. Külliyen gerçek dışı bir yaklaşımı kabul etmişti idare.

Peki, İnşaat firması bölgeye geldiğinde halk hemen toplanıp “n’apacağız şimdi” deyip size mi ulaşıyorlar? Böyle bir organizasyonunuz var mı? Bir röportajınızda, bizim bu konuda çalışan çok sayıda avukata ihtiyacımız var demişsiniz, aranıza yeni katılan avukatlar oldu mu?

Son iki yıldır Türkiye’de yaşam savusu yapan meslektaşlarımızla bir araya gelmeye başladık. Artvin, Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya gibi illerden bir araya geldiğimiz bir hukukçu grubumuz var. Genel olarak “başına HES gelen” bu konuda çalışan avukatları buluyor. Bizde elimizden gelen desteği vermeye çalışıyoruz ama elbette çevre hukuku temelinde çalışacak çok sayıda hukukçuya ihtiyaç var. Ülkenin tek sorunu HES de değil. Peş peşe tamamen iktisadi temelli değiştirilen yasalar, yönetmelikler var: Maden, taş ocakları, balık çiftlikleri, GDO, imar, kentsel dönüşüm, termik santraller, tarım alanlarına kurulu fabrikalar var, fabrikaların nerede ise kontrolsüz olarak atmosfere, suya, toprağa attıkları atıklar var. Bütün bunlar önemli konular. Kaybettiklerimizle hepimizin hayatından bir şeyleri kaybediyoruz. Yaşam alanlarımızı kaybediyoruz. Bu sebeple çevre hukuku temelinde binlerce meslektaşın çalışmasını dilerdim.

Bu tür konular için de aynı tarihi 2004-2005’i verebilir miyiz?

Tabi, hepsi aslında büyük bir global planın hayata geçirilmesinin hikâyesidir.

2005-2015 arasında tamamen özelleştirme üzerine kurulu, kapitalist sistemin sürekliliğini, sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik uygulamalardır. Turizm Teşvik Kanunu da böyledir. Orman Kanunu’nun 17.maddesi de, Milli Parklar Yasası’na değişiklik getiren yasalar da bunun içindir. Tabiat Varlıklarını Kültür Bakanlığı’ndan alıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlayan, Kanun Hükmünde Kararname de bunun içindir. Şimdi İdari Yargılama Usul Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikler de, Mera Yasası, Maden Yasası da bunun içindir. Su kullanım hakları da böyledir. Dolayısıyla şimdiki öngörüye bakılırsa 2030’lu yıllarda dünyada ciddi bir su sıkıntısı başlayacak, hissedilecek.

 Bu 2030 tarihi Türkiye’de de sık sık dile getiriliyor. Su krizi söylemiyle birlikte aslında bu günkü politikalar devam ettirilirse yani su, enerji alanında büyük miktarlarda kullanılmaya başlanırsa ya da derelerdeki suyu yatağından uzaklaştırırsanız daha fazla su krizi yaşamaya başlanacak.

Aynen öyle. Su krizini ben demiyorum. Bunu İngiliz Kraliyet Akademisi diyor, CIA, DTÖ diyor. Bu kurumlar diyor ki 2030’lara geldiğimiz zaman dünyada su krizi yaşayacağız. Dünyadaki mevcut suların sadece yüzde birini kullanabiliyoruz. Ve nüfus artışı, endüstri, suyun kullanım alanlarındaki artış -tarımsal vs- suyu artık rahatça bulunabilecek pozisyondan çıkarmış durumda. 2030’lu yıllara geldiğimiz zaman gelişen kapitalist sistem, büyüyen ekonomiler, rekabet, daha fazlasını üretme derdi, tüketim toplumu vs ile bütün bunların pompalanmasıyla 2030’lara gelindiği zaman artık su kalmayacak. Ve 2030 yılına geldikleri zaman sistem açısından söylüyorum, kapitalizm açısından söylüyorum çıplak gerçekle karşılaştıkları zaman bu suyu alamayacaklar. Alamayacakları şeyi bugünden henüz o sorun başlamadan bugünden çözüyorlar. Nasıl yapıyorlar? Bugünkü kuşaklarla mücadele ederek suyun özelleştirme sürecini tamamlamaya çalışıyorlar. 2030’lara gelindiği zaman, bir elli yıl geçmişi olan ve bu süre içinde zaten kamudan çıkarılan, özel sektöre devredilen bir su anlayışı olacak. O dönemdeki nesiller bir kere suyun kamuya ait olduğunu algısal olarak tartışamayacaklar zaten.

Şimdi Büyükşehirlerde biz musluklardan temiz su içemiyoruz. Ambalajlı suyu içme suyu olarak kullanıyoruz. Ama bundan bir yirmi yıl öncesinde durum böyle değildi. Şu an sosyal algıda çok ciddi bir değişiklik söz konusu. Bu durum çok kısa bir süre sonra köylere kadar yaygınlaşacak.

Aynen öyle. Ben hatırlıyorum, lisedeydim. Bu pet şişedeki suları gördüğüm zaman “bunları kim içer ki” diyordum.

Fakat şirketlerin piyasaya girmesiyle, yavaş yavaş suya yapılan kamusal yatırımların azalmasıyla, su kaynaklarının kirlenmesi veya kirlilik algısı yaratılmasıyla artık biz evlerimizde çeşmeden su içemez hale geldik. Ambalajlı suyu almak zorundayız ve paşa paşa parasını veriyoruz. Ayrıca 2030-2050’lili yıllara geldiğimiz zaman suyun değeri de artacak. Yani bu suyu üretemiyoruz, var olan suyu kullanmak zorundayız. Bu suya kimin ihtiyacı var? İnsanların içmek için, temizlenmek için, tarımsal alanlarını sulamak için suya ihtiyacı var. Doğanın kendisini var edebilmesi için bu suya ihtiyacı var. Biyolojik yaşamın bu suya ihtiyacı var. Yani esasında dünyadaki her türlü yaşamın suya ihtiyacı var. Ama söylenmeyen ne var biliyor musunuz? En çok suya ihtiyacı olan kim? Endüstri. En fazla suyu tüketen endüstri. Bu kadar çok paydaşı olan, öznesi de tek olan ve sınırlı olan bir kaynak var ortada. 2030’lu yıllara geldiğimiz zaman insanlar, doğa, canlılar vs bu sudan yararlanmak isteyecekler. Fakat bu sefer endüstrinin ihtiyacı olan su ortada kalmamış olacak. Şirketler o zaman suyu almaya kalkarlarsa ciddi sorun yaşarlar. Gelecekteki sorunu bu günden gören kapitalizm, sorunu gelecekte çözemeyeceğinden bu günden çözmeye çalışıyor bana göre. Mesela, Kasım ayında Dünya Bankasıyla çok bilindik meşrubat firmaları bir anlaşma yaptılar. Anlaşmanın içeriği ne biliyor musunuz? 2030’lu yıllarda su çok kıt bir kaynak haline gelecek, dünyada bir milyara yakın insan halen sağlıklı içme suyuna ulaşamıyor hem de Birleşmiş Milletler suyu en temel insan hakkı olarak tanıdı. Bu sebeple suyun korunması gerekir, korumada ancak özelleştirme ile olur denerek bu amaca yönelik çalışmalar için bu meşrubat firmalarına Dünya bankası kredi verecek. Dünya Bankası bütün dünyada yaygın olarak üretim yapan bu firmalara suyun özelleştirilmesi için çalışsınlar diye kredi verecek. Kredi anlaşmalarında “country by country water Privatization” deniyor. Yani ülkeden ülkeye bütün dünyada suyun özelleştirilmesini sağlayacak ortamı var edecekler.

Maalesef su, özelleştiği zaman, insanlar artık bugünden farklı olarak suya daha fazla para vermeye başladıklarında; ancak o zaman anlayacaklar ellerinden nelerin gittiğini. Bizler bunun farkındayız ve bunun mücadelesini veriyoruz. Bunun ilk ayağı Türkiye’de HES’lerdir. Niye HES’lerdir? Çünkü HES’lerde su kullanım hakkı denen bir mekanizma var ediliyor. Baktığınız zaman su kullanım hakkının enerji üretimi amaçlı verildiği gibi bir kanı var. Ama konuşulmayan, tartışılmayan başka bir şey var. Tarımsal sulama alanlarında da, su kullanım hakkı anlaşmaları yapılıyor. Yani sulama birliklerinin özel sektöre devredilmesinden bahsediliyor, yer altı sularının kullanımı ücretlendiriliyor. Yani su kullanım hakkı anlaşması ile suyun alınır satılır bir meta haline getirildiğini söylemek istiyorum. HES’ler daha bu günden elden ele dolaşmaya başladı. HES’ler su kullanım hakları ile tanınan imtiyazları ile alınıp satılıyor mesela. Yerli yabancı olması da fark etmiyor sistem açısından. Ticaret anlaşmaları var. Yerlisi gibi yabancısı da alabilir satabilir. Engel yok. Hoş bizim açımızdan konu, suyun alınıp satılması meselesidir, yoksa alan satanın kimliği değil. Ama böyle de bir gerçek var.

Sulama birlikleri zaten özel sektöre devredilmiş durumda değil mi?

Evet, ama daha yaygınlaştırılmasından bahsediliyor.

Sulama kanallarının %94’ü DSİ’nin elinden çıkmış su birliklerine ve kooperatiflerine devredilmiş durumda.

Şimdilik su birlikleri çiftçilerden oluşuyor. Ama burada başarısız olduklarını söylüyorlar. Veysel Eroğlu açıklıyor “Evet, su birlikleri başarısız oldu, bunları da özel sektöre geçirmekte fayda var” diyor. Özel sektörün eline geçince ne olacak? Çiftçi belki yine bugün kamuya ödediği parayı verecek fakat ileride su yetmediği zaman, “su yetmiyor, su pahalı artık” denildiği zaman, su için daha fazla para ödemek zorunda kalacak. Zengin olan daha çok su kullanacak, fakir olan kullanamayacak. Ve böylece eşitsizlik sürekli kılınacak. Dolayısıyla su kullanım hakkı HES’lerle başlıyor, tarıma kadar gidiyor ve özelleştirmeyi içeriyor. 49 yıllığına su kullanım hakkını devrediyorlar. Sorduğunuz zaman “hayır, biz suyun mülkiyetini devretmiyoruz, kullanım hakkını veriyoruz, bu özelleştirme değil” diyorlar. Oysa bu tam özelleştirmedir. İnsan ömrü kadar bir süre için suyun kullanım hakkını veriyorsan, ben ömrüm boyunca bu suyun bana ait olamayacağını biliyorsam, bu bana suyun satılmış olduğundan başka bir şey ifade etmez. Bu sebeple sular özelleştirilmektedir diyoruz.

Su kaynakları, sadece su kullanım hakkı ile akması gereken mecradan uzaklaştırılmıyor aynı zamanda çok büyük, çılgın projelerle de bir yerden başka yerlere taşınabiliyor, doğal ortamından uzaklaştırılıyor. Bu tür uygulamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğa kendisi biyolojik bir canlıdır. Bu doğanın içerisinde çöl olan, orman olan, ova olan yerler var. Şimdi Mavi Akım Projesi ile Konya’ya su getiriyorlar. Göksu’nun suyu Konya’ya getiriliyor. Konya Ovası’na o su geldiği zaman 2 – 3 sene belki gelen suyla verim artacak, ama o toprağın yapısına o su uygun olmayacağı için -çünkü o ekosistem öyle bir ekosistem- bir süre sonra çölleşmenin başlayacağını göreceğiz. Tuzlanma başlayacak, tıpkı GAP’ta olduğu gibi. Ama “büyük yatırımlar, büyük tüneller, büyük paralar” adına bunlar yapılıyor. Sistem bir taraftan öldürüyor, bir taraftan para kazanıyor. Bu projelerin her birinde inşaat firmaları büyük paralar kazanıyor. Aslında burada kamuya yapılan ciddi bir hizmet yok. Tarımsal sulamadaki sorunların çözümü için bu projelerin hayata geçirildiği söyleniyor. Evet, nüfus artıkça gıdaya ihtiyaç var. Gıda üretiminin arttırmanın çözümü zor, kolay değil. Ama suyun, tarımsal üretimde ne şekilde kullanılacağının daha rasyonel belirlenmesi gerekiyor. Damlama sulama yöntemlerinin kullanılması, fazla suya ihtiyaç duyan ürünlerin üretiminden vazgeçilmesi vs gibi çözümlere ağırlık vermek gerekir. Yoksa Türkiye’nin her bölgesinde her ürünün üretilmesi üzerine projeler üretmek değil. Konya Ovasında sulu tarım değil ama o ekosisteme uygun tarım yapılmalı mesela.

Türkiye ilginç bir coğrafyaya sahip ve Türkiye’nin aslında tarımsal sulamaya ihtiyacı yok. Neden yok? Üç kıtanın kesiştiği bir coğrafya ve bu üç kıta içinde üç ayrı ekosistem oluşmuş vaziyette. Üç kıtanın flora ve faunasına sahip, Avrupa’nın nerdeyse tamamına yakınının flora ve faunasına sahip. Sadece tarımsal planlamayı doğru yapmak gerekiyor. İç Anadolu Bölgesi’nde sulama suyuna ihtiyaç göstermeyecek ürünleri dikebilirsiniz. Karadeniz Bölgesi’nde doğal olarak sürekli su olduğu için, sulama suyuna ihtiyaç duyacak ürünleri dikebilirsiniz. Yine Güneydoğu Anadolu’da o coğrafyaya, o ekosisteme uygun ürünleri dikebilirsiniz. Şimdi, Konya Ovası’na, bozkıra su getirdiğiniz zaman hem oradaki ekosistemi yok ediyorsunuz hem de o suyun hayat verdiği verimli toprakların suyunu kesiyorsunuz ve bu sefer orayı yok ediyorsunuz. Böyle bir dengesizlik var. Bu yüzden doğanın kendi kadim kurallarına göre yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. İsrail, örneğin, narenciye üretimini kesmiştir.

Evet, İsrail’in 1980’lerden beri böyle bir uygulaması var.

Niye kesiyor? Çünkü “benim suyum kıt zaten, oysa narenciye üretiminde çok su harcamak durumundayım” diyor. Ürettiğim 100 gr’lık portakalın içinde 80 gr su var. Portakalla birlikte aslında 80 gr suyu ihraç etmiş oluyorum. Az olan suyumum portakalın içinde başka ülkelere gidiyor. Bunu yapmam akıllıca değil ve bunu yapmayayım diyor.

Gelişmiş ülkeler su tasarrufu sağlamak için ürünlerin üretiminde kullanılan su miktarına göre o ürünün üretilmeyip ithal edilmesine ya da ihracatını yapmamaya özen gösteriyorlar. Sanal su ihracatını önlemeye çalışıyorlar.

Tabi bunu yapıyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de her tarafa baraj yaparak, tarımsal alan yaratarak vs ile sanıyorlar ki sistem çok iyi işliyor, her şeyde başarılı olunuyor. Hayır. İlk etapta başarılı bir iş yapmış gözüküyorsun ama bu yapılanların uzun erimli sonuçları oluyor. Ve bu sonuçlar 3-5 senede ortaya çıkmıyor. 20 sene sonra çölleşmiş bir coğrafya ile karşılaşabiliyorsunuz. Konya Ovası’na getirilecek suyun o coğrafyaya nasıl bir etkisi olacağına ilişkin uzun erimli herhangi bir çalışma yok. Su gelecek her şey güzel olacak sanılıyor. Ama böyle bir şey olmayacağını hep beraber göreceğiz. Türkiye’nin flora, fauna sayısını tam olarak bilen var mı? Türlerini bilen var mı? Yok…

TMMOB’nin HES’ler üzerinde hazırladığı raporda; 1222 tane HES’in planının, projesinin, etüdünün yapıldığı söylenmekte. Bütün bu işlerin çok kısa bir zaman diliminde yapılmış olması da çok ciddi soru işaretleri barındırmıyor mu? Kısa sürelerde bunca önemli çalışma yapılabilir mi?

Ne plan var, ne proje var, hiçbir şey yok. Bütün bu projelerde olup biten aslında şu: Okuldan yeni mezun bir elektrik mühendisi 4628’e dayanarak ‘suyu işte şu kottan şu kota indirirsem, buradan şuraya iletirsem, şöyle olur’ deyip kabaca yazıp çiziyor kâğıda -bakkal defteri gibi- ve gidip DSİ’ye su kullanım hakkı için başvuru yapıyor. DSİ de yeter ki talep gelsin anlayışıyla, enerji işini özel sektöre devredeceğim diye başvuruları yeterince dikkatli incelemeden önüne gelenle su kullanım hakkı anlaşmasının yapıldığı bir süreç yaşanıyor. Su kullanım hakkı anlaşmasını bedavaya alan kişi, yatırım için su arayıp da bulamayan firmalara milyon dolarlarla elindeki su kullanım hakkını satıyor, işte bu kişilere ‘çantacılar’ deniyor. DSİ su kullanım hakkını verdi diye EPDK da elektrik üretim lisansını veriyor. Bütün bu belgeleri alan kişi de neticede elde ettiği bu hakları on-on beş milyon dolara gerçekten HES yapmak isteyen yatırımcıya satıyor. İşin bir yanında böyle bir rant var. Diğer yanında, verilen teşviklerden yararlanmak var. Sağlıklı bir denetim olmamasına olan güvenle kâğıt üzerinde, masa başında hazırlanan ÇED raporları ile proje tanıtım dosyaları ile alınan izinlerden sonra kesin fizibilite raporları olmadan sahaya gidiliyor. Bir yandan çalışma yapılıyor bir yandan kesin fizibilite raporları hazırlanıyor. Yani demek istediğim, duruma göre projenin değiştirildiği, her an fizibilite raporunun yenilendiği, her an proje ünite ve konumlarının değiştiği bir süreç var Türkiye’de. Pek çok revize ÇED raporu ile karşılaşıyoruz. Kanaldan tünele geçen, tünelden kanala veya boruya geçen, regülâtörün yapısını değiştiren projelerle karşılaşıyoruz. Bu neden oluyor? Çünkü coğrafya görülmeden masa başında proje yapılmış, yapılan proje coğrafyaya uymuyor. Maliyetli oluyor vs. Bu yüzden ikide birde proje değişikliği yaşanıyor. Ben bu güne kadar çalışılacak yerde sondaj kuyusu açmış, jeolojik yapıyı belirlemiş ve ÇED sürecinde sonuçlarını tartışmış daha bir tane proje görmedim. Çalışmaya başlanırken sondaj kuyusu açılıyor, sonuçlarına göre de proje değişiyor, proje değiştikçe ÇED raporları da değişiyor. Bir türlü dava konusu olacak ÇED’i tespit edemiyoruz.

Bu lisansları alanlar, lisanları devretmek için gazetelere ilan bile verdiler değil mi? Yani ilk lisans alanlar aslında şu anda inşaatı yapanlar değil ve bu lisanların devrinden para kazananlar da oldu.

Yapanlarda var, devredenlerde var. 3-5 tane suyun kullanım hakkını alıp, 1-2 tanesini satıp, elde ettiği para ile bir tanede kendisi yapanda var. Piyasa bunlarla dolu…

Peki, şimdi bu lisanslar kimin elinde toplanmaya başlayacak, süreç nasıl işleyecek?

Süreç içinde bu lisanslar büyüklerin eline geçecek. Neden? 2014 yılı itibariyle belirlenmiş ve teşvik anlamında verilmekte olunan sabit bir fiyat var, 7 cent civarında. Tamamen serbest piyasa koşullarına geçildiğinde ki 2014 sonrası böyle olacağı söyleniyor, teşvik anlamında verilen 7 centler kalkacak. Diyelim ki 2014’e kadar 300-500 HES yapılmış olsun. Bu 300-500 tane HES’ten -örneğin 10 MW’lıktan 10 tane HES düşünün- bunlardan biri HES’ini inşa etmek için coğrafi yapı nedeni ile 50 milyon dolar harcamış, diğeri 10 milyon dolar harcamış olsun. İkisi de 10 MW elektrik üretiyor. Her ikisi de aldıkları kredilerin geri ödemelerini yapacak. 7 cent üzerinden satarsa kredilerini 20 sene ya da 15 senede ödüyorlar. Şimdi ikisi de şu anda 7 cent üzerinden devlete elektrik satıyor. Fakat bu destek anlamında verilen 7cent taban fiyatı 2014’te kalktığı zaman ne olacak?

Şu olacak, maliyetlerine göre rekabet ortamında 5 cente ya da 3 cente düşmeye el vermeyecek olan santraller ortaya çıkacak. Daha uygun koşullarda santral yapmış olanlar, daha ucuza inşa etmiş olanlar ise 3 cente kadar inebilecekler. Dolayısıyla serbest tüketici olarak, dağıtımcı olarak -artık ikisi de özelleştirildiği ve devletin alım garantisi bittiği için- gidip istenilen firmadan elektrik alınacak. Dolayısıyla bir kısım santral ürettiği elektriği satamaz hale gelecek. Ürettiği elektriği satamaz hale gelen bu işletmeler, büyük dağıtımcıların içinde yer aldığı veya büyük yerli sermayedarların veya dünyanın başka bir yerinden gelen birileri -zaten bütün bunlar iç içe geçmiş durumda- tarafından satın alınacaklar.

 

Devam edecek…