Rüşvetinizi nasıl alırdınız? 13 Şubat KİK operasyonunun ardından

Ankara Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube ekiplerinin Kamu İhale Kurumu’na (KİK) yönelik yürüttüğü 13 Şubat operasyonu ile birlikte sayısı önce 40 civarında olup kısa sürede 100’ü bulan kamu ihalesine fesat karıştırıldığı ortaya çıktı…Antalya Su Kanal İdaresi Yatırım ve İnşaat Dairesi Başkanlığı tarafından düzenlenen 2010/500517 ihale kayıt numaralı atıksu sisteminin işletilmesi ihalesi, 2011/185354 kayıt numaralı Denizli Belediyesi Su Kanalizasyon Müdürlüğü tarafından 22.12.2011 tarihinde düzenlenen merkez atık su arıtma tesisinin 32 ay süreyle işletilmesi işi ihalesi, 2011/20562 ihale kayıt numaralı Manavgat Kızılağaç kanalizasyon yapımı için malzeme alımı işi, ve liste uzayıp gidiyor. Dikkat çeken bir unsur yolsuzluk yapılan ihalelerin hatırı sayılır bir kısmının çeşitli il ve beldelerdeki su hizmetlerine yönelik olması. Bir başka unsur ise bu yolsuzluğun kalbinin yolsuzluğu önlemek üzere oluşturulmuş bir devlet kurumunda atıyor olması. Bu skandalı Türkiye’de görmeye alışkın olduğumuz diğerlerinden ayıran bir özelliği medyada sıkça altının çizildiği gibi kargoyla gönderilen “belgeli rüşvet”leri. Böylece ülkenin şanlı yolsuzluk tarihine yeni bir kilometre taşı daha çakılmış oldu. Artık rüşvet vermenin bile belgelendirildiği ve sistematize edildiği bir ülkede insanın aklına ister istemez neden benzer bir sistematiğin insanlığın hayrına bir iş söz konusu olduğunda işlemediği sorusu geliyor. Aslında cevap Türkiye’nin son otuz senelik tarihinde saklı.

1980’lerde Dünya Bankası ve IMF gibi küresel kuruluşların Türkiye ile kamu varlıkları ve hizmetlerinin ticarileştirilmesi/özelleştirilmesi yönünde bir dizi reformu şart koşarak imzaladıkları Stand-by ve kredi anlaşmalarının bir sonucu olarak, 1990’lı yıllardan itibaren neoliberal politikalar artan bir şiddette su yönetiminin her alanına nüfuz etmeye başladı. Bu yıllar aynı zamanda çok uluslu su şirketlerinin dünya su piyasasının büyük bölümünü ele geçirmeye başladığı bir dönem. Aynı dönemde ABD, Fransa, İngiltere ve İspanya orijinli su şirketleri, kendi ülkelerinde bir ya da birkaç şehrin içme suyu ve kanalizasyon hizmetlerini yürütürken yıllar içinde elde ettikleri büyük kârların birikimi sonucu dünya piyasasına açılmaya başladı. Çok uluslu su şirketleri, özellikle gelişmekte olan ülkelerde hükümetlerin özelleştirme politikalarının verdiği imkânları kullanarak piyasalarını genişlettiler. Nitekim Türkiye’de de artan sayıda belediye Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar sonucunda su hizmetlerini gerçekleştirmek için çok uluslu dünya su devlerine (1995’te Antalya Su ve Atıksu Genel Müdürlüğü ile Fransız su şirketi Suez arasında yapılan anlaşma gibi) kapılarını açmak zorunda bırakıldı ya da kendisi şirket gibi kâr mantığı ile su hizmetlerini yürütmeye başladı (Ankara Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin ön ödemeli su sayacı uygulaması gibi).

İşte bu sürecin zeminin oluşturan bazı yasalardan bir kuple:

  • 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un “Tarife Tespit Esasları” başlıklı 23. maddesi: [1] Türkiye’de bütün büyük şehir belediyelerinin uymak zorunda olduğu bu maddeye göre yerel yönetimler yürüttükleri tüm hizmetlerin gerçekleşmesi için harcanan yönetim ve işletme masrafları, amortismanları doğrudan gider olarak yazılan yenileme giderleri, ve iyileştirme ve genişletme giderlerine ek olarak minimum %10 kâr içerecek bir fiyatlandırma yapmak zorunda. Böylece belediyeler ve su ve kanalizasyon idareleri su hizmetlerinde minimum %10 kâr esasına göre çalışan ticari işletmelere dönüşüyor.
  • 4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 1. maddesi: [2] “Genel bütçeye dâhil daireler ile katma bütçeli idareler, bunlara bağlı döner sermayeli kuruluşlar, kanunla kurulan fonlar, kefalet sandıkları, sosyal güvenlik kuruluşları, genel ve katma bütçelerin transfer tertiplerinden yardım alan kuruluşlar, kamu iktisadi teşebbüsleri ve bağlı ortaklıkları ile müesseseleri, il özel idareleri ve belediyeler ile bunların kurdukları birlik, müessese ve işletmelerde… üretilen mal ve hizmet bedellerinde işletmecilik gereği yapılması gereken ticari indirimler hariç herhangi bir kişi veya kuruma ücretsiz veya indirimli tarife uygulanmaz. Bu durumda bedelsiz su hizmeti vermek kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye neden olacağı için yasal olamaz. Bedelsiz su hizmeti veren kamu görevlisi hakkında ise Türk Ceza Kanunu veya diğer kanunların bu fiillere ilişkin hükümleri uygulanır (Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven ve meslektaşlarına suyu halka bedava dağıttıkları için açılan dava gibi).
  • Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun’un 24. maddesi: [3] Kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi politikasının ülke ölçeğini tanımlayan bu yasaya göre DSİ tarafından su kaynaklarının geliştirilmesi için kurulan her türlü tesisin kurulma, işletme ve bakımı için yapılan tüm harcamaların bu tesislerden faydalanacak olanlar tarafından geri ödenmesi şart koşuluyor. Buna ek olarak, DSİ yerel yönetimlere de suyu ücretsiz vermiyor. Böylece suyu bir bedel karşılığında alan belediye su hizmetlerini verdiği vatandaşlarından da bedel almaya mecbur bırakılıyor.
  • Belediye ve Bağlı Kuruluşları ile Mahalli İdare Birlikleri Norm Kadro İlke ve Standartlarına Dair Yönetmelik’in 19. maddesi: [4] Bu maddeye göre memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi zorunlu olmayan hizmetlerin hizmet satın alma yoluyla karşılanması esastır. İkinci bölümde ise “Hizmetlerin yürütülmesinde; kaynakların etkili ve verimli kullanılması, hizmet kalitesi ve miktarından ödün verilmeden maliyetlerin düşürülmesi, bürokrasi ve kırtasiyeciliğin azaltılması ile hizmetlerin vatandaş odaklı sunulması ilkelerine uyulur” deniliyor. Bu düzenleme ile belediyeler ve su ve kanalizasyon idarelerine, “daha etkin” ve “daha az bürokratik” olduğu ima edilen özel sektörün katılımı teşvik ediliyor.

İnsana hizmeti değil kârı hedefleyen mevcut su politikasının yasal arka planına kısaca baktıktan sonra, Türkiye’de pek çok mecrada olduğu gibi su yönetiminde de yaşanmakta olan bu adam kayırma ve kollamacılığa, rüşvete ve haksız kazanca çok da şaşmamak gerek. Zira yasal olarak suyun çıkarılması, işlenmesi, dağıtımı, atıksuyun toplanması ve arıtılması gibi su hizmetlerinin tüm aşamalarında ticarileştirme ve özelleştirme teşvik edilmekle kalmayıp zorunlu kılınıyor. Bu durumda, oldukça kısıtlı finansal kaynağa ve teknik donanıma sahip yerel yönetimler ister istemez su hizmetlerinin ve altyapıların inşasının yürütülmesi konularında kapılarını özel şirketlere açmak zorunda kalıyor. Hatta su kaynaklarının kendisi bile kamu alanından çıkarılıp “kullanım hakkı” gibi yasal mekanizmalarla küresel ölçekli bir su piyasasına ham madde oluyor. Böylece tüm canlılar için ortak bir yaşam kaynağı olan su, birincil ve tek amacı suyu ekonomik bir metaya dönüştürüp ondan kâr elde etmek olan sermaye gruplarının ellerine teslim ediliyor.

13 Şubat KİK operasyonu bir kez daha çoğumuzun görmemize rağmen birşey yapamamaktan bıktığı ve bu nedenle gözlerini kapamayı adeta bilinçli olarak tercih ettiği bir gerçeği yüzümüze çarptı. Rüşvet pazarlıklarını beyan eden telefon konuşmaları[5] ve bu pazarlıklarda kullanılan şifreler[6] gün yüzüne çıkarıldı. Su yönetiminde insana hizmetin yerini kârın aldığı “kamu” politikaları var olduğu sürece yaşam kaynaklarımız yerli veya yabancı sermaye gruplarının ve onların haklarını korumaya ayarlı bir düzeni kuran, yenileyen, koruyan ve kollayan devletin ellerinde hızla kirlenip tükenmeye devam edecek. Ahmet Altan’ın da dediği gibi patlak veren bu yolsuzluk sadece bir kaç KİK çalışanı ve iş adamının “ahlaksızlıklarıyla açıklanamaz. Önemli olan, o ahlaksızlığın boy verebileceği bir toprağın, bir iklimin olmasıdır. Eğer o toprağı, o iklimi değiştirmezseniz, oradaki insanları değiştirir ama hep aynı “ahlaksız” sonuca ulaşırsınız”[7].

Peki bu iklim ve toprak hiç değişmeyecek mi? Halka ait olanı halktan alıp ona geri satan, daha fazla para kazanma hırsıyla onu yağmalayıp tüketen ve haksız kazanç sağlayan, bütün bu olan bitene çanak tutup parmağını yalayan bu “işadamı – siyasetçi – bürokrat üçgeni” nasıl kırılacak? Bu tip yolsuzluklar dünyanın başka ülkelerinde de var. Ve tıpkı pek çok sosyal-ekolojik adaletsizlik yaratan politika ve uygulamada söz konusu olduğu gibi, etkiledikleri coğrafyalarda sosyal muhalafetlere neden oluyorlar. Örneğin 31 Ekim 2004’de Uruguay’da su üzerine anayasal değişiklik öneren referandum %62 oyla kabul edildi. Yeni yasa şebeke suyuna erişimin ve hıfzıssıhhanın temel insan hakkı olduğunu ve su yönetiminde “sosyal meselelerin ekonomik kaygıların üzerinde olması gerektiği”ni belirtmekte. Yeni yasa da ayrıca “kanalizasyon ve halka su sağlama gibi kamu hizmetleri tamamıyla ve doğrudan devletin yasal tüzel kişileri tarafından yürütülecektir”[8] denmekte. Bolivya’da[9], Hindistan’da[10], Güney Afrika Cumhuriyeti’nde[11] ve daha pek çok ülkede halklar suya erişim haklarının gasp edilmesi sonucu büyüyen toplumsal mücadeleler içinde.

Sakın ola ki bu yolsuzlukların “gelişmiş ülke”lerde olmadığı ve bunun salt bir geri kalmışlık sorunu olduğu düşünülmesin. İtalya’nın “Legge Galli” olarak bilinen ulusal su yasasının 1994’te yürürlüğe girmesi ile su hizmetlerin maliyeti tamamıyla su tarifeleri yoluyla karşılanmak zorunda bırakılmıştı. Yasa ayrıca %7’lik bir kârı şart koştuğu için pek çok su işletmecisi altyapıya daha az sermaye ayırmaya başladı ve ihale yolsuzlukları arttı. Kısa sürede İtalya Avrupa’da su kaçağının en yüksek oranda (%30 civarında) yaşandığı ülke konumuna geldi ve su fiyatları arttı[12]. 2007 yılında ‘İtalya Su için Hareket Forumu’ su hizmetlerinin tekrar kamu kapsamına girmesi için 400 bin imza toplayarak yeni bir kamu yasa tasarısı geliştirdi. Önerilen yasada su yönetiminin sürdürülebilirlik ve dayanışma prensiplerine bağlı olarak kamuya ait ve katılımcı olması gerektiği vurgulanarak, tüm altyapıların kamunun yönetiminde olması ve özelleştirilmiş olanların da yeniden kamulaştırılması gerektiği belirtildi. Günlük 50 litre olan kişi başına düşen minimum su miktarının bedelsiz olarak sağlanması önerildi. 2010’da Legge Galli yasasına karşı 1.4 milyon imza toplandı ve yasayla ilgili olarak 2011 Haziranda %57 katılımın olduğu bir referanduma gidildi. Referandum sonunda bu yasa %96 gibi ezici bir çoğunlukla reddedildi.

İspanya’da ise hidrolik paradigmanın yüzyıllık hâkimiyeti sonucu yapılan yüzlerce baraj ve buna bağlı yaşanan mağduriyet yıllar içinde ülke çapında bir toplumsal harekete dönüştü. 2001’de projelendirilmiş olan bölgeler arası su transferini sağlamak üzere bin kilometre uzunluğuna yaklaşan su kanallarına ve Ebro Nehri üzerinde yapılması planlanan yeni barajlara karşı ulusal ölçekli bir kampanya, Aznar Hükümeti’nin bu dev su transferine yönelik planlarını durduracaklarını ifade ederek başladı. “Yeni Su Kültürü”[13] hareketi olarak adlandırılan bu sosyal hareket, 2004 genel seçimleri öncesinde yükselişe geçen İşçi Partisi’nin desteğini de arkasına aldı ve partinin iktidara gelmesiyle su yönetiminde söz verilen değişim süreci başladı.

Demek ki her zaman işadamı – siyasetçi – bürokrat üçgeninin çıkarları kazanacak diye bir kaide yok. Dünyanın çeşitli ülkelerinde daha pek çok sosyal hak mücadelesi ve kazanımı mevcut. Yeterli miktarda temiz suya erişmek bir “insan hakkı”dır[14]. Bu hakkı pek çok diğer hakta olduğu gibi gasp eden o yıkım üçgenine karşı mücadele ise bir hak mücadelesidir. Gizli kapılar arkasında ne pazarlıklar döndüğünü unutmamak ve unutturmamak, salt yolsuzluk buzdağının suyun üzerindeki küçük kısmına denk düşen bu örnek olay durumunu düzeltmeyi değil yolsuzluğu yeniden ve yeniden türeten bu iklimi ve toprağı değiştirmeyi hedeflemek gerekiyor. Yeni bir kamu politikası ve yeni bir kamu kültürü yaratmak için işe koyulmak lazım. Su hakkı mücadelesi, tüm bu geniş demokrasi mücadelesine eklemlenerek yoluna devam etmeli. 13 Şubat KİK operasyonun ardından ortalığa saçılan yolsuzluğun böyle bir sosyal müzakere ve kolektif öğrenmeye bir nebze de olsa vesile olması umuduyla…

Akgün İlhan, Institut de Ciència i Tecnologia Ambientals (ICTA) / Universitat Autonoma de Barcelona (UAB)

Dipnotlar:


[5] Tolga Şardan ve Sertaç Koç (17.02.2012) “Dosyadan rüşvetin belgeleri çıktı”. http://ekonomi.milliyet.com.tr/dosyadan-rusvetin-belgeleri-cikti/ekonomi/ekonomidetay/17.02.2012/1504233/default.htm

[6] Gülümhan Gülten (18.02.2012) “Doktorun verdiği reçete iyi gelecek”. http://haber.gazetevatan.com/doktorun-yazdigi-recete-iyi-gelecek/431824/1/Manset

[7]Ahmet Altan (18.02.2012) “Güzelleşmek”. http://www.ilkehaber.com/yazi/guzellesmek-3801.htm

[8] Hall, D., Lobina, E., Corral V., Hoedeman, O., Terhorst, P., Pigeon, M., ve Kishimoto, S. (Mart, 2009). “Public-public partnerships (PUPs) in water”. Transnational Institute. http://www.waterjustice.org/uploads/attachments/WWF5-PUPs-%20FINAL-for%20web-Zlatan.pdf

[9] “Water Privatization Case Study: Cochabamba, Bolivia”. Public Citizen. http://www.citizen.org/documents/Bolivia_(PDF).PDF

[10] Shiva, V. (2002). Su Savaşları: Özelleştirme, Kirlenme ve Kâr (Water Wars – Privatization, Pollution, and Profit). Çeviren: Ali Kerem Saysel, İstanbul: BGST Yayınları.

[11] G.J. Pienar ve E. van der Schyff (2007). “The Reform of Water Rights in South Africa”. Law, Environment and Development Journal 3(2): 179-194. http://www.lead-journal.org/content/07179.pdf

[12] Hachfeld, D., Terhorst, P. ve Hoedeman, O. (Ocak, 2009). “Progressive Public Water Management in Europe. In Search of Exemplary Cases”. Transnational Institute (TNI).

http://www.tni.org/sites/www.tni.org/files/download/progressivewaterineurope.pdf

[13] Tàbara, J. D. ve Ilhan, A. (2008). “Culture as trigger for sustainability transition in the water domain: The case of Spanish water policy and the Ebro river basin”. Regional Environmental Change 8 (2): 59-71.